30 Ağustos 2010 Pazartesi

günler, diz boyu kar arefesi nefes almaya aciz bir kuşken;
toka tutmayan ipek saçlı bir yeni yetme sanki gece
rüzgarın düşünde lâl olur güzelliği

17 Ağustos 2010 Salı

if you go away

dıp dı di rip... 
sonra öyle birden bire
sözler geriye kaçmaya başladı
sustuğunda kimsenin anlamadığı bir yazdı
sanki havada kendinden çok 
bitmeyen yanmış kağıt parçaları vardı
zamanı terslercesine kedi tüyü uçuşu
yüzünü yağmurdan sakladı
birden bire öyle
hem
düşmeye kalkmam
dere yatağına gömülü cam kırıklarından korksam
dıp dı di rip...
ses sis rüzgârından uzaklaştı
sözler geriye kaçmaya başladı
sonra

13 Ağustos 2010 Cuma

Toz

Ben uyurken baş ucumdaki su bardaklarını kaldırmışsın. Bir uyandım yoklar. Üç gün öncesinden, dünden, sabaha karşıdan… Gecenin boğaz kurutan gebeliğini besleyen su bardakları. Turuncu, sarı, mavi çizgili.

Bu tozdan ev kimleri gördü avlusunda şimdiye kadar, hangi çocukların eline lastik top sıkıştırdı yemek önceleri? Yaşanamayan aşkların açgözlülüğü duruyor sanki merdiven başlarında.
Kadınların sırf çiçekleri soldu diye yas tuttuğu zamandan kalma değil acısı. Bir bebek doğduğunda birlikte büyüsünler diye fidan dikilen zamandan kalma.

Kavgada gürültünün dozu yeşil cam vazonun narinliğince ayarlanır, belki vazo bile utanırdı bu şahitlikten. Bir tek tahta pencereler bilirdi mahremiyetin tatlı tedirginliğini. Duvarlarına şiirler püskürtülmüş. Hâlâ kâfiyeli durur aynı kandan bir ömür biriktiren çerçeveler.

İşte ben uyurken.                                                 Bir kuyruklu yıldız uğruna aklımı gökten alamadığım geceden.    
Su bardakları...                                                   
Yerinden kaldırınca bâki bir toz havalanır, saçlarıma dağılır.

Can istemez hani göz görmeyince. Bir de görmeyince özlenmese, o vakit işe yaradı demektir sarı çizgili bardağın ani gidişi.

10 Ağustos 2010 Salı

Böcü

Senin yüzün bir böcek türüymüş, yeni öğrendim: "Bilinçyiyen Böceği"           
Sinsi sinsi gelir de düş koparmaya çalışır sabundan elmalardan.                         
Her öğle uykusunda ve kırık zaman kuytusunda...

8 Ağustos 2010 Pazar

Öz.Geçmiş.

Zorunlu özgeçmiş yazarken hep elim ayağım birbirine karışırdı okulda. Bu onlara benzemeyecek elbette.
Doğduğum yerde doydum yıllarca, orada büyüdüm. Ruh kırıntılarımı işaret parmağımla toplayıp senelerce orada attım ağzıma. Şehrin insanı yonttuğuna, renklerini kalbine kattığına inanırım. İyi ki dedim hep, iyi ki burda doğdum. Az arkadaşlı çok topraklı geçti küçüklüğüm. Biraz hüzün, üstüne dalından kayısı, kiraz, üzüm…yedim. Tek çocuk olma kavramını tüm ayrıntısıyla yaşadım. Hayalgücüm omuz başımdan ayrılmadı bir an. Kames 9 kat toplar ve patlamaz balonlar dışında pek de mızıkçılık yapmadı çocuk zaman. Hiç sıkılmadım… 
Okumayı vaktinden seneler evvel “Susam Sokağı” eşliğinde öğrendim fakat çarpım tablosunu asla ezberlemedim. Şimdi bile bilmem 7 kere 8’in kaç ettiğini. Yine de inatçı değilim diye direttim senelerce.
2,5 yaşındayken sinemayla “Bizi Ayıran Nehir” filmi sayesinde tanışmışım. Beni bırakacak kimse olmadığından anne kız gidip izlemişiz. Alt yazılar itinayla kulağıma fısıldandığı halde yarısında uykuya yenik düşmüşüm. Ama ben de kendimi “Aslan Kral”da buldum. O vakitten beri heyecanlanırım sinemada ışıklar sönünce, film arefelerinde.
Binbir teraneyle geçti ilkokul yıllarım. Haksızlık kavramını tanıdım sindire sindire. O zamanlar soğudum mesela kadın öğretmenlerden. Üniversiteye kadar da ısınamadım.
Lisede iyice öğrendim okul, arkadaş demek. Arkadaş kavramı ufak dereler halinde birleşip dünyama döküldü. Ortak dertlerden sargı bezleri yapıp kolumuzu bacağımızı sardık, geçince üzerine renkli yıldızlar çizdik. Birkaç kalp kırdım, çok uğraştım tamir için. Arkadaşlar iyidir…
Deli gibi merak saldım tiyatroya. Alkışı soğurdu ruhum, en büyük mutluluk oydu sanki. Kar yağdığında Shakespeare okudum, Lorca okudum tiyatrodan armağan. Şiiri sindirdim. Soru işaretleri kol gezdi damarlarımda, yüzlerce bakış açısı… Birini seçip kendi mantığımla birleştirdim, herkesinki gibi, herkestekinden farklı. İnanmaya uğraştım.
Eğitim sisteminin azizliğine fazlasıyla uğrayan çağın bir üyesi olarak İletişim Bilimleri Fakültesi’ne tek giriş yolum Reklamcılık ve Halka İlişkiler bölümüydü. Tek tercih yapmanın aptal cesareti şu an ömrümün mutluluğu olarak hüküm sürmekte. 22 senelik yaşamımın en iyi kararı olduğunu her geçen an daha fazla hissettiriyor.
Bir şehir bünyeyi ne kadar büyütebilir, hayatımda hep olsa diyeceğim birkaç insanı nasıl avuçlarıma kondurabilir, her seferinde beni yeni görüyormuş gibi içten selamlar… Yaşayarak öğreniyorum.
Çoğunlukla kalbim aklımdan on adım önde yürüyor. Bazen yufka yüreğimden kıymalı gözleme yapılıyor. Ama bu şehirde oynanan rövanş maçlarında hep “iyi ki” ler galip geliyor. Kurtarılmış, sanki biraz kutsanmış bir bölge gibi. Öğrenciliğin, yalnızlığın, dostluğun, öğrenmenin en iyi yaşanacağı yerdeyim.
Çok gülerim çoğu zaman. Yüz kaslarımı bön halde durduramam. Ben gülünce birinin gülümsemesini de pek severim.  Fakat ne yalan söyleyeyim mutsuzluk hakimdir genellikle dünyama. İnsanın acıdan layıkıyla beslendiğine inanırım.  Böylece aştığını birçok gereksiz ayrıntıyı, böylece derin düşünebildiğini…
Yanısıra ben bir de sevgiyle beslenirim herkes gibi sanki. Başka şey istemem pek. Belki bir de mantı, roka,  gofret... İşte dördü ile ömrümce aç kalmam eminim.
Şimdiye kadar çok adam sevdim ama pek azını çok sevdim. Ruhumu bu şaşkınlığa bırakmaya çekinmem. Bir çocukla ilk kez anaokulunda el ele gezmiştim. Ben onun ayakkabısını bağlardım, o bana elma getirirdi. O zaman bile karşılıklıymış bu durumlar.
Bir gün ölünce eminim oldukça aç gözlü gideceğim. İzleyemediğim onca film, dinleyemediğim nice şarkı, göremediğim yüzlerce yer, duyamayacağım tanıdık kokular ve dost sohbetleri  “biz hala burdayız” dercesine nanik yapacak arkamdan ve ben tüm bunlar için yine yüzüme memnuniyetsiz bir tavır takınacağım.
O zamana kadar ne çalabilirsem yılmadan koparıyorum buralardan. Dinleye, dinlene, koşa, yorula… Hata yaparak, anlayarak, paylaşıp, kabullenerek…