2 Eylül 2010 Perşembe

Cu

“Bu yol Ağustos ayının dördüncü şehir dışısı. Tabi şehir dışı kavramı yaşadığın değil; kendini kendin hissettiğin yerin sınırıyla ilgili. Sınırı da sen belirler, istersen yatağından bakkala çizer, nüfusu da 724849/5 yapabilirsin.” Deseydi yanımdaki adam, şarjı çoktan tükenmiş, kulaklıkları can yakan müzik çaları bünyeme sabitleyip yol boyu uyuyor numarası yapmazdım.
Benim için bir tebdil-i mekân var mı? diye düşündüm uzun süre. Yanımdan yeşil, sarı ağaçlar geçiyor; bilinçaltımı kuyruklu yıldızlar kovalıyordu. Yalnızlığa alışan bünyenin ön camına kuş pislese, savunma mekanizmasındaki silecekler kılıç kalkan oynuyordu.     
Yol bazen iyi gelir, eğer ummazsan. Ama unutmak için çıkılan yollar baştan aşağı hatırlatmak marşını söyletiyor zor kullanıp. İçinden çarpma bölme işlemleri, aklından bilim kurgu filmleri geçirsen de nafile.    
Bebek ağlamaları, uyumayı uman bünyeyi hep cezbeden kalitesiz kahve aroması, nerden estiği bilinmeyen ‘bacakdonduran kliması’... elektronik saatin kırmızı pırpırında birleşip, çocukluğumdaki bisiklet yaralarımı soyup kanatmak hissinin aynından uyandırıyordu.  
Gözümü açtım, Erkan Oğur 'Seher Yeli' ni söylesin istedim. Uyandım yine “yolculuklarda hiç uyuyamam ki!” demeye can attığım bir sabaha.
Gittiğin yere göre değişir kolonyanın asfalt sonu kullanılışı. Sağ baştan... muavinin ısrarla döktüğü buz gibi kolonyayı amcalar ensesine sürer. Birkaç şehir ötede kolonyalı mendil eldeki topkek buğusuna çözüm olur. Ege dolaylarındaysa parfümlü ıslak mendile dönüp, genç kız çantalarında sonralanır.
Sabahın ilk ışığını görmüş olup, bu garip camlar yüzünden kuşların şahitliğini dinleyememek içimi oydu.
Bir de eskiden yol tutardı insanları. Kusarlardı hani mütemadiyen. Artık şekil değiştirmiş, mayhoş yemek parçaları kelimelere dönmüş olmalı.