Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor
Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor
Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar
Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filanda gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Gece,
ve biz resmi görünümlü bir binadayız. Bir kaos ortamı içinde, koridor
boyunca sıralanan odaların birine giriyoruz. Neden kaçtığımızı
bilmiyorum. "Biz" dediğim insanları tanımıyorum. Yaklaşık 8-10 kişi
kadarız. Sıkış tıkış giriyoruz odaya. Ben bir sehpanın üzerinden kapalı
kapının üst kısmındaki tek kafalık pencereden koridoru izliyorum. Odada
başka pencere yok. Şiddetli bir floresan ışık yanıyor. Kahverengi bir
şort uzatıyorlar sehpanın üzerindeki bana, ve giymemi söylüyorlar. Tam
giyecekken bel kısmındaki fermuar ve düğmenin paça kısmında da olduğunu
görüyorum. Anlamsız geliyor, giymekten vazgeçiyorum. Kenara bırakıyorum.
Sonra 40 yaşlarında bir kadın elimi tutup indiriyor beni. Olacaklara
dayanabilmem için beni uyutmaları gerektiğini söylüyorlar. Dudaklarıma
uyuşturan bir merhem sürüyorlar, kokusunu da alıyorum. Herkes gözlerini
dikip bana bakıyor. Uyumamı bekliyorlar. Yere uzanıyorum. Sadece yüzüm
uyuşuyor fakat uyuyor gibi yapıyorum. Elimden tutan kadının ellerinde
başım. Kadın beni bırakıp hızla açıyor kapıyı ve dışarı fırlıyor.
Açılmayacağını sandığım kapıdan, çıkan kadının peşinden gidiyorum.
Uyumadığımı söylemek ve neden bıraktığını nereye gittiğini sormak için.
Tedirgin oluyorum. Koridorun bir yerinden ışık sızıyor. Kadın, hızlıca
ışığa, koridorun ortasındaki asansöre dalıyor. Asansörün kapısı hep
açık. Girdiğini görüyorum. Fakat ben gittiğimde asansörün karşı
duvarından çıkıyor. Sağ ayağının son hamlesini görüyorum arkadan. Yok
oluyor. Duvar o esnada otomatik kapı gibi bir iki saniye kapanıp
açılıyor. Tekrar açıldığında bembeyaz kıyafetler içinde biri
çıkıyor. Üstündeki üniforma gibi. Kimyagerlere benziyor. Başında da yine beyaz
bir başlık. Göz kısmı alacalı. Hiç bir yeri görünmüyor. Üstüme doğru
geliyor. Çok korkuyorum. Hemen merdivenlere doğru koşuyorum. Merdivenler
kedi merdiveni gibi. Döne döne inenlerden. Ama genişçe. Öyle hızlı
koşuyorum ki. Demirlerden tutup dönme noktalarından adeta uçarak
iniyorum. Zifiri karanlık. Merdiven bitmiyor. Peşimdeki her neyse hiç ses çıkarmadan
sürekli takip ediyor. Sonra oranın okul olduğunu hissediyorum. Dört
katlıydı neden hala kapıya inemedim diye düşünüyorum. Sonra neden böyle
canla başla koştuğumu düşünüyorum kaçarken. Aklımdan ölüm geçiyor.
Kendimi sorguluyorum. Önce ya da sonra aynıydı hani. En kötü ihtimal buydu, bu da beni korkutmuyor anlamsız geliyordu hani. Öyleyse şimdi
niye kaçıyorum peki, kurtulursam ne yapacağım? Diye diye
koşuyorum...
Sabahın köründe uyandık. Saat onda. Köpekler bir de kuşlar sokakta, sabahın körü demek. Saat bende değil. Günde yarım gofretle yaşayan bir kadın var tren yolunun kenarında, Sakarya caddesinde evi. Öyle bir dünyaya bulaşmışız ki gofretleri irdeliyoruz. O zaman anlamadım, şimdi yazarken idrak ediyorum. Kadına soruyoruz. Peki yarım gofret yiyerek yaşamak zor olmuyor mu? Hangi saatte yiyorsunuz? Bir seramoni haline getiriyor musunuz öğünü? Sevdiğiniz bir şarkı eşliğinde mi yiyorsunuz? Pirinç patlaklı ya da karamelli olanında çeyreğe mi düşüyor miktar? Yanında bir şey içiyor musunuz, kahve mesela? Kalanını atıyor musunuz yoksa ertesi gün mü yiyorsunuz? Paylaşıyor musunuz yoksa? Yedikten sonra sigara içiyor musunuz gözlerinizi bayılta bayılta?.. Yürümezse öleceğini zanneden yan komşusuna veriyormuş bazen karamelli olanı. Yürüyüp yürüyüp sızıyormuş adam her gece yol ortasında. Röportajı gazeteye yollayacak olduk, kadının evini yıktılar. Tapusu beş ortaklı taş eve peşkeş. Bir kadın Eskişehir'de Patti Smith'e ne kadar benzeyebilirse o kadar benziyordu ona. O günden beri dışarı çıkmadım. Ara sıra balkondan bakıyorum ama. Sokakta öyle bir koşuyorlar ki. Elim sende oynadıklarını sanırsınız. Yanındakine yeni iphone'lardan atıp kolunu bacağını kırarak koşuyorlar. İlk otomatik çamaşır makinesi hiç gelmeseydi buraya. Yemek yerken de koşarak yiyorlar. Güzel değil, koşmaktan kusacaklar sanki. İç organlarını emanet kasalarına kilitleyip koşuyorlar. Sanat merkezleri yıkılıyor. Tepesine çıkıp ücretsiz cilt analizi yaptırıyorlar. Sahnelerde perdeler açılıyor. "Dostlar, Romalılar.." diye başlıyor düş oynatıcı. Perdeyi çalıp kadife çeyiz düzüyorlar.Çoğalarak bağırıyor, hakaretler yağdırıyor, çirkin yüzlerinden makas alıyor, parçaları hunharca eziyorlar.Birlikte yaşamak için önce CV yollamak gerekiyor. Birini sevmek hiç kolay değil yürüyen merdivende. Ben çıkmaya korkuyorum. Güneşli havalar, uçaklar, sabah kirliliği, otobüs numaraları. Ahr-i ömrün emanet kasaları. Evin altında gizli geçit. Üstü ahşap kapak, ahşap merdiven. Aşağıda milyonlarca yarım gofret. Bir de karıncalar bir de ağaç kurtları. Bir de aymaz rüzgarlar esti Ağustos ortasında her şey birbirine girdi iç içe geçti iphone ve düş kaçıran karıncalar.
Işınlanma bulunamıyor tamam. Hiç değilse seyahatler ücretsiz olsaydı.
Bu da yanlış zamana kitlenen sanayi tipi bulaşık makinesinin tutuk hapşırıkları.