"gelirken
bir paket sigara al lütfen, sigarasızlıktan ölücem."
Gece
3'te 'bıdıdıdırt!' sesiyle geldi mesaj. Mesaj sesine uyanabilmek için son
günlerde telefonu küpe niyetine yastığına iliştiriyordu. Oysa uyurken dış
kaynaklı her tını, varlığını anlık bir gokart kazasına teşne edip, sükûna
dönene dek beş ila yedi dakikayı çalıyordu. Bu defa sarsıntı biraz daha uzun
sürdü. Kallavi bir küfür yuvarladı atardamarla senkronize.
Bu
saatte sigarayı nereden bulacağını düşünmeye henüz sıra gelmemişti. Hemen
üstüne bir kapüşonlu geçirdi. Eskişehir soğuğunda çorapla yattığına şükretti.
Pijama görevi de üstlenen siyah eşofman altı geceleri bulunmaz nimet
oluveriyor, vasfını kendi bile unutuyor bazen diye düşündü.
Cüzdanı
yağmurluğun cebine attı, kitaplıktaki anahtarları aldı. Otomattan daha hızlı
indi merdivenleri. En yakın benzinlik beş tekel ötede; bisikletinin arka freni
ise ön frenden bozuktu. Atladı bisiklete.
Sabah
soğuğuna beş kala, saatine baktı 03:15
Benzinlik
kendi adını taşıyan ilk albüm gibiydi. Kalabalığı yadırgıyor fakat bundan
mağrur bir haz duyuyordu.
“Kurşunsuz”
ibaresinin yanı başında; patates, bira, votka karışımını kübist bir ahenkle
asfalta püskürten kızı gördü. Markası göğüs hizasında beyaz t-shirt, fermuarı
belinden yukarı çıkmayan yaldızlı ceket, paçası düğmeli dar pantolon, her kusma
hamlesinde göbeğine çarpıp uzaklaşan leylak kolye... Üniversiteyi yeni
kazandığını, kuvvetle muhtemel eğitim fakültesinde okuyacağını, biraz zorlarsa
hazırlığı geçebileceğini, içkiye alışkın olmayan bir iç şehirden taşındığını...
fısıldıyordu. Kızın kolundan tutan erkek arkadaşı ile göz göze geldi. Çocuk,
sağlık sorunlarından ziyade meraklı bakışların yargısını yeğ tutuyor; ayağına
gelen kusmuk izlerini bu yüzden fark edemiyordu. Ama yine de yüzünü
buruşturmamış, "of" dememişti. İlişki başında hayıflanmayı yenilgi
sayıyor olacak.
Bisikleti
selesinden cama dayadı, gidonu sağa doğru çevirip destekledi. İçeri daldı.
-Bir sigara, bir ice tea.
-Bir sigara, bir ice tea.
-Litrelik
ice tea'ler şu dolapta, alabilirsiniz.
Kendinden istenenin hep fazlasını alırdı.
Parası varsa kasanın yanındaki çikolatalardan bir seçki de yapardı. Mutlaka
bütün fındıklı da olan içinde.
Ayın sonunda bu pek mümkün değildi tabi. Sahip olduğu teknolojik aletlerin bozulma zamanı da hep paranın suyunu çektiği zamana denk gelirdi. Bu sefer de kulaklığı bozulmuş, Tindersticks'den Erkan Oğur'a uzanan playlist ve iç kulak iltihabı ileri bir tarihe ertelenmişti.
Ayın sonunda bu pek mümkün değildi tabi. Sahip olduğu teknolojik aletlerin bozulma zamanı da hep paranın suyunu çektiği zamana denk gelirdi. Bu sefer de kulaklığı bozulmuş, Tindersticks'den Erkan Oğur'a uzanan playlist ve iç kulak iltihabı ileri bir tarihe ertelenmişti.
Poşeti
gidona tutturup uzaklaştı. Az önceki kız ve sevgilisi taksi çağrı butonunun
dibine çökmüş, bekliyordu. Kızın perçem uçları ıslak, çocuğun elinde azı kalmış
içme suyu...
Kendi sokağının köşesinde bir binada durdu, anahtarları çıkardı. Birini ters tutup, ters çevirip kapıyı araladı. Otomattan hızlı çıkmaya gücü kalmamıştı, yine de ikişer üçer adımladı merdiveni.
Kendi sokağının köşesinde bir binada durdu, anahtarları çıkardı. Birini ters tutup, ters çevirip kapıyı araladı. Otomattan hızlı çıkmaya gücü kalmamıştı, yine de ikişer üçer adımladı merdiveni.
7 numaralı daire önünde iki çift ayakkabı.
İkisi de aynı kişiye ait. İçe basmaktan birbirine dönmüş tabanları, uçları
öpüşüyor. Hep böyle çıkarıyor ayakkabısını diye düşündü, doğum günleri dahil.
Kapıyı
açıp içeri girdi. Her yer karanlıktı. Bir an uyuyakalmış olduğunu düşündü.
Sonra yüzüne nemli, sahte lavanta kokusu vurdu. Edip? dedi.
-
Geldin mi Selim? Gir içeri, çamaşır asıyorum ben de.
- Hiç
ışık olmayınca ben de... Of, salaklık işte.
Edip bir
kahkaha attı.
- Göremezliğin
bazı avantajları var tabi. Elektrikten tasarruf ediyorsun mesela. Sigara aldın
mı?
- Aldım
aldım burada.
- Tamam,
sağol. Şunları da asayım, balkona çıkıp içeriz. Dolunay olacaktı günler
sapıtmadıysa.
- Evet dolunay var. Kadınlar ağlasın diye bir sebep daha.
- Evet dolunay var. Kadınlar ağlasın diye bir sebep daha.
- Ben
inanmıyorum öyle etkilere filan. Kurt adam başka tabi.
- Edip,
çay koyayım mı içelim. Yoksa kahve mi istersin?
- Türk
kahvesi yapsana, geçen gün almıştım. Tel dolapta olacak.
Selim
mutfağa doğru gitti. Mutfağında tel dolap olan nadir apartman dairelerinden
biriydi burası. Kiracılar hiç "yeni evli” olarak taşınmamış, "komple
değiştirin" kampanyalarına kanmamışlardı belli ki. Mavi fayans da vardı
üstelik, hem mutfakta hem de banyoda.
- Az
şekerli değil mi?
- İstediğin
gibi yap, ne desem aynı atıyorsun şekeri zaten.
Selim
kahveleri ince fincanlara döktü, köpüksüzdü, ne fark ederdi.
Edip
çamaşırları asmayı bitirmiş, üzerine eski hırkasını geçirip balkonun dibine
çekilmişti. Masaya kül tablası niyetine, cam çay tabağını koydu. Oturdular. Bir
yudum bir nefes bir yudum iki nefes... Konuşmadılar.
- Gün
ağarmaya başlarken söyleyiver olur mu?.. Selim?
- Efendim.
- Güneş
doğarken diyorum.
- Tamam
yahu söyleyeceğim. Onun için geldim zaten.
Yarım
saate yakın böyle durdular. Atlama mesafesi karşı apartmanın üst katından
gölgeler yansıdı. Genç kadın pencereyi açıp havaya baktı. Alelacele bir sigara
yaktı. Mentolün kokusu balkona sızdı.
-
Mentollü içiyor, dedi Selim. Yeni başlamış olacak.
- Hayır
bırakmaya çalışıyor.
Gök
siyahtan koyu maviye, koyu maviden turuncuya döndü. Dolunay havaya ön
dişleriyle tutunmuş, renk karışımına direniyordu.
- Gün
ışıyor.
- Tamam.
Bitmelere inanmıyorsun değil mi Selim?
-
İnanmıyorum. Ölüme de inanmıyorum.
- Ne
güzel. Sen buraları toplarsın. Bulaşığı filan yıkama. Kara'yı götürmeyi unutma
aman. Minderi oturma odasında, onu da al. Başka yerde yatamaz, huzursuz olur.
Bunları söylerken her kelime ile vals ediyordu sanki Edip. Her virgülde bir ayak figürü, bir minik eşya düzeni...
Bunları söylerken her kelime ile vals ediyordu sanki Edip. Her virgülde bir ayak figürü, bir minik eşya düzeni...
-
Biliyorum, alacağım. Peki çamaşırlar?
-Onlar
kendi kendine kurur. Kadife gömleği kirli bıraksam içim rahat etmezdi.
-Dönmemeye kararlısın yani.
-Dönmemeye kararlısın yani.
-Bunu
günler önce de konuştuk. Bir şey söyleme yeter. Köşede bekliyorlar.
Edip
odasına gidip elinde bir kitapla döndü. Kapağı gece lambası sarısı, üzerinde kırmızı,
narin bir yelpaze resmi.
-Okuyuver
be Selim, bir daha isteyemeyeceğim nasılsa.
-Acındırma
kendini. Okurum.
Selim
eliyle koymuş gibi buldu sayfayı. Saman kağıdı desenleyen izlere baktı. Şarap
lekesi, ufak kurşun kalem notları, çikolata kalıntısı... Mısralara ufacık gülümseyip
“yediğin içtiğin senin olsun” deyiverdi.
Okumaya başladı.
Sesi gidip geliyor, üzülmemesi gerektiğini yutkununca tekrar hatırlıyordu.
*Deniz Meltemi
Bütün hazları tattım, bütün kitapları okudum
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum.
Bir başka köpükle gök arasında kuşlar
Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar!
Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni;
Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa lambanın
Beyaz kâğıda vurur, korkar dokunamazsın;
Ne o; ne de çocuğuna meme veren taze;
Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere.
Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar
Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar.
Belki de fırtınaları çağıran direkler,
Şu anda, rüzgârla gelecek ölümü bekler,
O zaman ne yelken, ne de ümit… ama sen yine
Kalbim, gemicilerin şarkılarını dinle.
Perdeler kapı aralığından gelen havayla ürperiyordu. Edip, ayakkabının bir çiftini holde serili olan hafta sonu ekindeki Hadise'nin yüzüne koydu. Kara'yı ensesinden öptü.
Bütün hazları tattım, bütün kitapları okudum
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum.
Bir başka köpükle gök arasında kuşlar
Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar!
Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni;
Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa lambanın
Beyaz kâğıda vurur, korkar dokunamazsın;
Ne o; ne de çocuğuna meme veren taze;
Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere.
Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar
Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar.
Belki de fırtınaları çağıran direkler,
Şu anda, rüzgârla gelecek ölümü bekler,
O zaman ne yelken, ne de ümit… ama sen yine
Kalbim, gemicilerin şarkılarını dinle.
Perdeler kapı aralığından gelen havayla ürperiyordu. Edip, ayakkabının bir çiftini holde serili olan hafta sonu ekindeki Hadise'nin yüzüne koydu. Kara'yı ensesinden öptü.
-Gidiyorum,
sarılmayacağım.
-Yolun
açık olsun, kadife gömleği ben alacağım.
Beş
dakika bekleyip öyle çıktı balkona Selim. Kuşlar ve köpekler görünür olmuş, on
yıldır her sarhoşlukta "hiç ayrılmayacağız" diyen adam herkesten
evvel gitmişti.
Ellerini, ayaklarını gözledi. 'Benim' dediği her şey başkasının başına gelen kötü bir kaza gibi duruyordu. Misafir terliğini kenara bıraktı. Unutulmuş sigaraya, nemli çamaşırlara, mentollü pencereye baktı. Acele etsin diye omzuna basan ne varsa, şimdi ağır çekime alınmıştı. Gömlek kuruyana dek kitabı okudu. Üşüdü tabi biraz da... Kalıyorken çok üşür insan.
Ellerini, ayaklarını gözledi. 'Benim' dediği her şey başkasının başına gelen kötü bir kaza gibi duruyordu. Misafir terliğini kenara bıraktı. Unutulmuş sigaraya, nemli çamaşırlara, mentollü pencereye baktı. Acele etsin diye omzuna basan ne varsa, şimdi ağır çekime alınmıştı. Gömlek kuruyana dek kitabı okudu. Üşüdü tabi biraz da... Kalıyorken çok üşür insan.
Fazla uyunmuş bir yastık gibi kokan hırkasını
giydi Edip'in.
Mutfağa
gidip kitabı tel dolaba koydu. Baharatları da salondaki sehpaya.
Kara,
içinden bir ud taksimine eşlik ediyordu. Olan bitene şaşırmaya henüz sıra
gelmemişti.
* Mallarme, S.(2006). Şiirler (E. Alkan, Çev.) İstanbul: Varlık.
* Mallarme, S.(2006). Şiirler (E. Alkan, Çev.) İstanbul: Varlık.