30 Ekim 2013 Çarşamba

Melodik Minör Gam

"gelirken bir paket sigara al lütfen, sigarasızlıktan ölücem."  
Gece 3'te 'bıdıdıdırt!' sesiyle geldi mesaj. Mesaj sesine uyanabilmek için son günlerde telefonu küpe niyetine yastığına iliştiriyordu. Oysa uyurken dış kaynaklı her tını, varlığını anlık bir gokart kazasına teşne edip, sükûna dönene dek beş ila yedi dakikayı  çalıyordu. Bu defa sarsıntı biraz daha uzun sürdü. Kallavi bir küfür yuvarladı atardamarla senkronize.
Bu saatte sigarayı nereden bulacağını düşünmeye henüz sıra gelmemişti. Hemen üstüne bir kapüşonlu geçirdi. Eskişehir soğuğunda çorapla yattığına şükretti. Pijama görevi de üstlenen siyah eşofman altı geceleri bulunmaz nimet oluveriyor, vasfını kendi bile unutuyor bazen diye düşündü.
Cüzdanı yağmurluğun cebine attı, kitaplıktaki anahtarları aldı. Otomattan daha hızlı indi merdivenleri. En yakın benzinlik beş tekel ötede; bisikletinin arka freni ise ön frenden bozuktu. Atladı bisiklete.
Sabah soğuğuna beş kala, saatine baktı 03:15
Benzinlik kendi adını taşıyan ilk albüm gibiydi. Kalabalığı yadırgıyor fakat bundan mağrur bir haz duyuyordu. 
“Kurşunsuz” ibaresinin yanı başında; patates, bira, votka karışımını kübist bir ahenkle asfalta püskürten kızı gördü. Markası göğüs hizasında beyaz t-shirt, fermuarı belinden yukarı çıkmayan yaldızlı ceket, paçası düğmeli dar pantolon, her kusma hamlesinde göbeğine çarpıp uzaklaşan leylak kolye... Üniversiteyi yeni kazandığını, kuvvetle muhtemel eğitim fakültesinde okuyacağını, biraz zorlarsa hazırlığı geçebileceğini, içkiye alışkın olmayan bir iç şehirden taşındığını... fısıldıyordu. Kızın kolundan tutan erkek arkadaşı ile göz göze geldi. Çocuk, sağlık sorunlarından ziyade meraklı bakışların yargısını yeğ tutuyor; ayağına gelen kusmuk izlerini bu yüzden fark edemiyordu. Ama yine de yüzünü buruşturmamış, "of" dememişti. İlişki başında hayıflanmayı yenilgi sayıyor olacak.
Bisikleti selesinden cama dayadı, gidonu sağa doğru çevirip destekledi. İçeri daldı.
-Bir sigara, bir ice tea.
-Litrelik ice tea'ler şu dolapta, alabilirsiniz. 
 Kendinden istenenin hep fazlasını alırdı. Parası varsa kasanın yanındaki çikolatalardan bir seçki de yapardı. Mutlaka bütün fındıklı da olan içinde.
Ayın sonunda bu pek mümkün değildi tabi. Sahip olduğu teknolojik aletlerin bozulma zamanı da hep paranın suyunu çektiği zamana denk gelirdi. Bu sefer de kulaklığı bozulmuş, Tindersticks'den Erkan Oğur'a uzanan playlist ve iç kulak iltihabı ileri bir tarihe ertelenmişti.
Poşeti gidona tutturup uzaklaştı. Az önceki kız ve sevgilisi taksi çağrı butonunun dibine çökmüş, bekliyordu. Kızın perçem uçları ıslak, çocuğun elinde azı kalmış içme suyu...
Kendi sokağının köşesinde bir binada durdu, anahtarları çıkardı. Birini ters tutup, ters çevirip kapıyı araladı. Otomattan hızlı çıkmaya gücü kalmamıştı, yine de ikişer üçer adımladı merdiveni.
 7 numaralı daire önünde iki çift ayakkabı. İkisi de aynı kişiye ait. İçe basmaktan birbirine dönmüş tabanları, uçları öpüşüyor. Hep böyle çıkarıyor ayakkabısını diye düşündü, doğum günleri dahil.
Kapıyı açıp içeri girdi. Her yer karanlıktı. Bir an uyuyakalmış olduğunu düşündü. Sonra yüzüne nemli, sahte lavanta kokusu vurdu. Edip? dedi.  
- Geldin mi Selim? Gir içeri, çamaşır asıyorum ben de.  
- Hiç ışık olmayınca ben de... Of, salaklık işte.
Edip bir kahkaha attı.   
- Göremezliğin bazı avantajları var tabi. Elektrikten tasarruf ediyorsun mesela. Sigara aldın mı?
- Aldım aldım burada.
- Tamam, sağol. Şunları da asayım, balkona çıkıp içeriz. Dolunay olacaktı günler sapıtmadıysa.
- Evet dolunay var. Kadınlar ağlasın diye bir sebep daha.
- Ben inanmıyorum öyle etkilere filan. Kurt adam başka tabi.
- Edip, çay koyayım mı içelim. Yoksa kahve mi istersin?
- Türk kahvesi yapsana, geçen gün almıştım. Tel dolapta olacak.
Selim mutfağa doğru gitti. Mutfağında tel dolap olan nadir apartman dairelerinden biriydi burası. Kiracılar hiç "yeni evli” olarak taşınmamış, "komple değiştirin" kampanyalarına kanmamışlardı belli ki. Mavi fayans da vardı üstelik, hem mutfakta hem de banyoda.
- Az şekerli değil mi?
- İstediğin gibi yap, ne desem aynı atıyorsun şekeri zaten.
Selim kahveleri ince fincanlara döktü, köpüksüzdü, ne fark ederdi.
Edip çamaşırları asmayı bitirmiş, üzerine eski hırkasını geçirip balkonun dibine çekilmişti. Masaya kül tablası niyetine, cam çay tabağını koydu. Oturdular. Bir yudum bir nefes bir yudum iki nefes... Konuşmadılar.
- Gün ağarmaya başlarken söyleyiver olur mu?.. Selim?  
- Efendim.
- Güneş doğarken diyorum.
- Tamam yahu söyleyeceğim. Onun için geldim zaten.  
Yarım saate yakın böyle durdular. Atlama mesafesi karşı apartmanın üst katından gölgeler yansıdı. Genç kadın pencereyi açıp havaya baktı. Alelacele bir sigara yaktı. Mentolün kokusu balkona sızdı.
- Mentollü içiyor, dedi Selim. Yeni başlamış olacak.
- Hayır bırakmaya çalışıyor.
Gök siyahtan koyu maviye, koyu maviden turuncuya döndü. Dolunay havaya ön dişleriyle tutunmuş, renk karışımına direniyordu.  
- Gün ışıyor.
- Tamam. Bitmelere inanmıyorsun değil mi Selim?
- İnanmıyorum. Ölüme de inanmıyorum.
- Ne güzel. Sen buraları toplarsın. Bulaşığı filan yıkama. Kara'yı götürmeyi unutma aman. Minderi oturma odasında, onu da al. Başka yerde yatamaz, huzursuz olur.
Bunları söylerken her kelime ile vals ediyordu sanki Edip. Her virgülde bir ayak figürü, bir minik eşya düzeni...
- Biliyorum, alacağım. Peki çamaşırlar?
-Onlar kendi kendine kurur. Kadife gömleği kirli bıraksam içim rahat etmezdi.
-Dönmemeye kararlısın yani.
-Bunu günler önce de konuştuk. Bir şey söyleme yeter. Köşede bekliyorlar.  
Edip odasına gidip elinde bir kitapla döndü. Kapağı gece lambası sarısı, üzerinde kırmızı, narin bir yelpaze resmi.
-Okuyuver be Selim, bir daha isteyemeyeceğim nasılsa.
-Acındırma kendini. Okurum.
Selim eliyle koymuş gibi buldu sayfayı. Saman kağıdı desenleyen izlere baktı. Şarap lekesi, ufak kurşun kalem notları, çikolata kalıntısı... Mısralara ufacık gülümseyip “yediğin içtiğin senin olsun” deyiverdi.
Okumaya başladı. Sesi gidip geliyor, üzülmemesi gerektiğini yutkununca tekrar hatırlıyordu.

*Deniz Meltemi
          Bütün hazları tattım, bütün kitapları okudum
          Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum.
          Bir başka köpükle gök arasında kuşlar
          Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar!
          Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni;
          Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
          Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa lambanın
          Beyaz kâğıda vurur, korkar dokunamazsın;
          Ne o; ne de çocuğuna meme veren taze;
          Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere.
          Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar
          Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar.
          Belki de fırtınaları çağıran direkler,
          Şu anda, rüzgârla gelecek ölümü bekler,
          O zaman ne yelken, ne de ümit… ama sen yine
          Kalbim, gemicilerin şarkılarını dinle.


Perdeler kapı aralığından gelen havayla ürperiyordu. Edip, ayakkabının bir çiftini holde serili olan hafta sonu ekindeki Hadise'nin yüzüne koydu. Kara'yı ensesinden öptü.
-Gidiyorum, sarılmayacağım.
-Yolun açık olsun, kadife gömleği ben alacağım.
Beş dakika bekleyip öyle çıktı balkona Selim. Kuşlar ve köpekler görünür olmuş, on yıldır her sarhoşlukta "hiç ayrılmayacağız" diyen adam herkesten evvel gitmişti.
Ellerini, ayaklarını gözledi. 'Benim' dediği her şey başkasının başına gelen kötü bir kaza gibi duruyordu. Misafir terliğini kenara bıraktı. Unutulmuş sigaraya, nemli çamaşırlara, mentollü pencereye baktı. Acele etsin diye omzuna basan ne varsa, şimdi ağır çekime alınmıştı. Gömlek kuruyana dek kitabı okudu. Üşüdü tabi biraz da... Kalıyorken çok üşür insan.
 Fazla uyunmuş bir yastık gibi kokan hırkasını giydi Edip'in.  
Mutfağa gidip kitabı tel dolaba koydu. Baharatları da salondaki sehpaya.
Kara, içinden bir ud taksimine eşlik ediyordu. Olan bitene şaşırmaya henüz sıra gelmemişti.

* Mallarme, S.(2006). Şiirler (E. Alkan, Çev.) İstanbul: Varlık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder