28 Kasım 2013 Perşembe

Ey zürafa!
Öyle güzelsin. Bir de turuncusun üstelik.
Turuncunun ne olduğunu bilmeden turuncusun hem de.
Hiçbir zaman anlayamadım,
seni nasıl es geçiyor büyük şairler övgülerinde.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Omnivor

Herkesin birbirini dinlediği, kimsenin birbirinin dilini bilmediği, herkesin birbirinin gözlerine bir saniye bakıp, o bakışı saçlarına ve ardından kırmızı demir kapıya doğru daldırdığı... bir akşamdı. Masadaki en genç kadın konuşmaya başladı.
Kimsenin birbirini anlamadığını, gözlerine uzunca bakmayacaklarını, ama biraz daha konuşursa, dudak kıvrımını ve dişlerini incelemeye başlayacaklarını... biliyordu.
  -Bildiğim halde özlediğim, bilmediğim halde özlediğimi zannettiğim bir mevsim dönüşünü bekliyorum.

Karşısında, "çok iyidir" diye bahsedilen bir ajansın, "çok yaratıcıdır" diye bahsedilen 40 yaşlarındaki metin yazarı, sol elinin yüzük ve işaret parmaklarını sırasıyla -ama narince- masaya değdiriyordu. Adamın saçları itina ile kesilmesine karşın, sanki hep öyleymiş, ne uzayıp ne kısalıyormuş hissi veren, kulaklarına değen dalgalarından mesuldü.
  -Bakkal dükkanlarında, kapı kenarlarında, güneşin değdiği yeşili sarıdan daha soluk, cips paketleri dururdu. Yağmur yağardı tozlarına. Solmuş renklerinde damladan yollar olurdu. İşte o ıslak paketleri açmak ve eline çamur halinde bulaşan toz yağmuru baharata bulamak. Güzeldi. Dedi genç kadın. Lezzet hep zararlıydı bazen böyle çamurluydu. Bir daha hiç bir yemek öyle afiyetle yenmedi.

Peki kim verdi sana bildiğin bir geçmişi özleme cüretini. Demediler. Duysalardı belki. Tam böyle olmasa da buna benzer laflar ederlerdi. Öyle değildi bile derlerdi. Daha asılanlar ve henüz asmadıklarımız da vardı. Derlerdi.
Yanında, az evvel, kapanmak üzere olan kitabevinin üst katını cafe mi yapsa, yoksa tamamen kapatıp ev yemekleri lokantası mı açsa, yoksa Çin'den telefon parçaları mı getirip bire beş satsa... bocalamasını yaşayan bir kadın oturuyordu. O konuştuğunda henüz bu kadar gürültü, ışık ve alkol yoktu. Kimse ona cevap vermedi. Kadın tüm bunları, bir haber spikerine soruyormuş gibi oldu. Ama aldırmadı. Galiba Çin'deki bağlantıları güçlendirmek gerekiyor.
  -Radyoların, legoların ve kiraz ağaçlarının akabinde ne yesek öyle tatlı olurdu. Elmaya ışın tedavisi uygulanmıyordu. O an orda ölseydim ısırıp, başıma küçük kurtlar toplanır, çekinmezdi. Toprak beni tanımamazlıktan gelmezdi.

Arkasından, çok giyilmiş bir ergenliği portmantoya henüz asmış garson yaklaştı. Kül tablasındaki yarım sigarayı işaret etti, saçı kıvrık adam hemen sigarayı aldı. Garson, elindeki metal kovaya külleri boşalttı, sol koluna gelen griliği üfledi. Kadının önündeki kadehi alıp, bir tane daha? Dedi.
  -Güzel elbiseler giyip sinemaya giderdik. Gazeteden gündelik dertler kesip hatıra defterine yapıştırırdık. Elektrik kesilince öyle bir sevinirdik ki, ben aynı heyecanı bir daha hiç yaşamadım.

Bir adam, iyi geceler arkadaşlar afiyet olsun! diyip, -evet tam böyle dedi, andımız gibi selamladı herkesi- masaya oturdu. Kitabevi lokantası sahibinin arkadaşıymış. Her halinden bankacı olduğu seziliyordu fakat borsacıymış.
  -Kazı kazanların süpriz yumurtadan daha eğlenceli bir gelecek vaad ettiğini anlamıyorduk. Anlamıyorduk pahalı şeylerin de sevilebilir olduğunu. Saate bakmayı öğrenmiştik. Çeyrek geçe ve kırk beş geçenin ayırdına anlayarak varmıştık. Ben bir daha kendimi hiç öyle bilge hissetmedim.

Etrafına baktı. Oturdukları yerin ne pencereleri vardı, ne de duvarlarında saatler. Elektronik yahut değil. Kurmalı bile. Değil hani dededen kalma. Yoktu.
  -Pencereden bakınca seher vakti ve şafak vaktini anlayıp namaza dururlardı. Her yer sessizken böyle. Evde yürümek gibisi yoktu. Tahta yerleri gıcırdatan ışıklı bir ayakkabının sihri sonsuzdu. Tesbihler maviyse eğer, güneşe tutup sonra boynumuza asardık. Bir daha hiçbir zaman süslerimden öyle mutlu olmadım.

Masaya iki kadeh kırmızı şarap geldi, ısmarlamadığı şarabı alıp içti kadın. Kime yazıyorsunuz bu bedava mesajları? Dedi. Yeni gelen borsacı duydu. Bu masada duyulan şeylere de cevap verilmediğini anlamış olacak, çerezdeki antep fıstıklarını şişman elleriyle seçmeyi sürdürdü.
  -Bir ikamen yok hayat. Bir yenisi olmaz geçmişin. Gözüme bakın, bakmayın dudak kıvrımıma, kulağıma değen kıvırcık saçlara. Bakmayın ummadığınız bir sonrayı iliklememe.

Kadın fildişi düğmeleri ilmeklere geçirdi. Kalkarken masadan başlarını kaldırdılar. İyi geceler, dedi kadın. Duydular.
Ellerine baktılar, adisyona baktılar. Masa numarası 16. Neyse aldı diye geçirdiler akıllarından.
Dışarısı hafif yağmurluydu, akşam çoktan olmuştu ama kim bilir kaç olmuştu. Köşeyi geçip ara sokağa saptı kadın. Eski bir okulun yanındaki bakkalın önünde durdu. Yağmur arttı. Cipsleri gördü. Cebindeki sigaranın sarı paketine baktı, içeri girdi. Bir kibrit alacağım. Tamam iki de sakız. İçerde yakabilir miyim?
Bu yağmurda bu kibritle yakmak biraz zor olacak çünkü.






resmi yapan: toprak turan kara

24 Kasım 2013 Pazar

"Şu devir olmuş..." diye omzumuza sümkürenlere inat, Tunç Devri'nin gelmesi ihtimalini severek yaşıyorduk.

BEŞİNCİ ŞARKI   - Oğuz Atay-Tutunamayanlar (s.240-241)

Mısra 542: ........tunç devri

Kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilim adamlarımızın kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir altın devri olacaktır. Bir kısım ilahiyatçılara göre bu devir, İsa'nın ikinci gelişiyle aynı zamana rastlayacaktır.

Tunç devrinde insanlarımız arasında, birinci sınıf vatandaş,ikinci sınıf vatandaş ve halk şeklinde yapılan ayrım ortadan kalkacaktır.
Umumi nakil vasıtalarında biletçiler, halka, bay ve bayan gibi kaba tabirlerle hitap etmeyeceklerdir.
Şoförler halka eziyet etmeyeceklerdir. Bozuk para bulunduracaklardır.
Köylüler, en kalın elbiseleriyle, güneş altında çömelerek saatlerce devlet kapısında beklemeyecekledir.
Apartman kapıcılarının saltanatı sona erecektir.

Kalabalık caddelerde oyuncak satan esmer adam, kemer satan ve olduğundan yirmi yas fazla gösteren adam ve küçük şişelerde ne olduğu anlaşılmayan bir sıvı satan ve sarası yüzünden sık sık kaldırımlara düşen adam ve meyhanelerde fıstık satan gözlüklü genç adam ve gene meyhanelerde kasap oyunu oynayarak hayatını kazanan koço ve artık yaslandığı için rakı isteyince şarap getiren garson tanaş, bu zavallı durumlarından kurtarılacaktır.

Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgâhtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yasamak isteyenler rezil olmayacaklardır.
Delilerle alay edilmeyecektir. Mahalle çocukları böylelerinin peşine takılmayacaklardır.
Para kazanamayanlara serseri denilmeyecektir.
Babalar, kızlarını her çeşit insana vereceklerdir.
Sokak köpeklerinin durumu düzeltilecektir.
Çocuklar, masallarla ve Allah'ın vereceği cezalarla korkutulmayacaktır.
Taşradan gelenler, şehirde doğmaktan başka meziyetleri olmayanlar tarafından hor görülmeyeceklerdir.
Kurnazlık ortadan kalkacaktır. Bu konuda sıkı tedbirler alınacaktır.
Yüreğimizi ezen bu sıkıntı, başımızdaki bu ağırlık kalkacaktır.
O zaman, bin yıllık saltanat başlayacaktır. Bin yol daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha,bin yıl daha.


12 Kasım 2013 Salı

Akşamleyin apartmanlar patates kızartması ve sucuk tava koktukça, iyi şeyler olma ihtimali güçleniyor içimde.
Ya da ben kendimi bir güzel kandırıyorum. Mideme oturmasa bari.

Bir de hatırlatın, dünyanın sonu geleceği zaman lütfen bu şarkı çalsın.



7 Kasım 2013 Perşembe

bu blog günlük olsun bugünlük

Hayatı çok yanlış anlamaya başladım yine. Yeni öğrenmeye çalıştığım bir dilden konuşup yazıyorlar sanki. Görüp duyduğum kelimeleri hep birbirine eviriyorum, hiçbiri gerçek kendisi değil. Çağrılan adresler yerine yanlış yerlere gidiyorum. Orda bir kahvede oturup oralet içmek istiyorum sonra. Yanlış yerdeki kahvede. İçemiyorum.
Yapmak istediklerimi de unutuyorum. Birçoğu birbirine karışıyor, ne olduklarını seçemiyorum. Rüyada konuşanın kim olduğunu yakalamaya uğraşmak gibi geliyor. Biraz üstüne düşüp hemen başımı çeviriyorum. Nasıl böyle çabuk unuttuğuma şaşırıyorum sonra. Garip bir heyecan bürüyor omuzlarıma kadar. Burnumu çekip geriye dönüyorum.
Şehirler o kadar büyümüş ki, yalan söylemeden yaşayamaz olmuşuz. O ara ben yoktum. Hı, ben de söylerim tabi yalan. Ama görmeye dayanamam.
Yeni bir eşya alınca neden sevindiğimizi düşünüyorum ardından. O, sevdiğimiz bir renkte olunca tekrar neden. E, kırmızı bir tencereye sevinip, sonra ölüyoruz ama.
Neyse ki ben artık "bir bardağım vardı o kalsın, gerisi sizin olsun" diyebilecek durumdayım.
Şu hayat şartlarında böylesi hiç iyi değil tabi, savunmuyorum. Mutsuzluğa biraz daha yerim var, bekliyorum. Her gün yeni bir şey öğrenir ama insan. Uzun kollu balerin kostümlerinin koltuk altı açık dikiliyormuş, yoksa yırtılır zaten. Yoksa ben olsam onu düşünmekten kollarımı öyle ahenkli kaldıramam.
Mesela, yamacımda bir evcil hayvan olsa, doya doya gülemem ağlayamam. Evcil balık bile olsa, turuncu japon balığı. Haline, tavrına bakmaktan duygularımla senkronize yaşayamam..
Yine de güzel kitaplar, filmler var tabi. Sevindiriyor. Ama galiba artık eskiler bana ziyadesiyle yetiyor.