27 Kasım 2013 Çarşamba

Omnivor

Herkesin birbirini dinlediği, kimsenin birbirinin dilini bilmediği, herkesin birbirinin gözlerine bir saniye bakıp, o bakışı saçlarına ve ardından kırmızı demir kapıya doğru daldırdığı... bir akşamdı. Masadaki en genç kadın konuşmaya başladı.
Kimsenin birbirini anlamadığını, gözlerine uzunca bakmayacaklarını, ama biraz daha konuşursa, dudak kıvrımını ve dişlerini incelemeye başlayacaklarını... biliyordu.
  -Bildiğim halde özlediğim, bilmediğim halde özlediğimi zannettiğim bir mevsim dönüşünü bekliyorum.

Karşısında, "çok iyidir" diye bahsedilen bir ajansın, "çok yaratıcıdır" diye bahsedilen 40 yaşlarındaki metin yazarı, sol elinin yüzük ve işaret parmaklarını sırasıyla -ama narince- masaya değdiriyordu. Adamın saçları itina ile kesilmesine karşın, sanki hep öyleymiş, ne uzayıp ne kısalıyormuş hissi veren, kulaklarına değen dalgalarından mesuldü.
  -Bakkal dükkanlarında, kapı kenarlarında, güneşin değdiği yeşili sarıdan daha soluk, cips paketleri dururdu. Yağmur yağardı tozlarına. Solmuş renklerinde damladan yollar olurdu. İşte o ıslak paketleri açmak ve eline çamur halinde bulaşan toz yağmuru baharata bulamak. Güzeldi. Dedi genç kadın. Lezzet hep zararlıydı bazen böyle çamurluydu. Bir daha hiç bir yemek öyle afiyetle yenmedi.

Peki kim verdi sana bildiğin bir geçmişi özleme cüretini. Demediler. Duysalardı belki. Tam böyle olmasa da buna benzer laflar ederlerdi. Öyle değildi bile derlerdi. Daha asılanlar ve henüz asmadıklarımız da vardı. Derlerdi.
Yanında, az evvel, kapanmak üzere olan kitabevinin üst katını cafe mi yapsa, yoksa tamamen kapatıp ev yemekleri lokantası mı açsa, yoksa Çin'den telefon parçaları mı getirip bire beş satsa... bocalamasını yaşayan bir kadın oturuyordu. O konuştuğunda henüz bu kadar gürültü, ışık ve alkol yoktu. Kimse ona cevap vermedi. Kadın tüm bunları, bir haber spikerine soruyormuş gibi oldu. Ama aldırmadı. Galiba Çin'deki bağlantıları güçlendirmek gerekiyor.
  -Radyoların, legoların ve kiraz ağaçlarının akabinde ne yesek öyle tatlı olurdu. Elmaya ışın tedavisi uygulanmıyordu. O an orda ölseydim ısırıp, başıma küçük kurtlar toplanır, çekinmezdi. Toprak beni tanımamazlıktan gelmezdi.

Arkasından, çok giyilmiş bir ergenliği portmantoya henüz asmış garson yaklaştı. Kül tablasındaki yarım sigarayı işaret etti, saçı kıvrık adam hemen sigarayı aldı. Garson, elindeki metal kovaya külleri boşalttı, sol koluna gelen griliği üfledi. Kadının önündeki kadehi alıp, bir tane daha? Dedi.
  -Güzel elbiseler giyip sinemaya giderdik. Gazeteden gündelik dertler kesip hatıra defterine yapıştırırdık. Elektrik kesilince öyle bir sevinirdik ki, ben aynı heyecanı bir daha hiç yaşamadım.

Bir adam, iyi geceler arkadaşlar afiyet olsun! diyip, -evet tam böyle dedi, andımız gibi selamladı herkesi- masaya oturdu. Kitabevi lokantası sahibinin arkadaşıymış. Her halinden bankacı olduğu seziliyordu fakat borsacıymış.
  -Kazı kazanların süpriz yumurtadan daha eğlenceli bir gelecek vaad ettiğini anlamıyorduk. Anlamıyorduk pahalı şeylerin de sevilebilir olduğunu. Saate bakmayı öğrenmiştik. Çeyrek geçe ve kırk beş geçenin ayırdına anlayarak varmıştık. Ben bir daha kendimi hiç öyle bilge hissetmedim.

Etrafına baktı. Oturdukları yerin ne pencereleri vardı, ne de duvarlarında saatler. Elektronik yahut değil. Kurmalı bile. Değil hani dededen kalma. Yoktu.
  -Pencereden bakınca seher vakti ve şafak vaktini anlayıp namaza dururlardı. Her yer sessizken böyle. Evde yürümek gibisi yoktu. Tahta yerleri gıcırdatan ışıklı bir ayakkabının sihri sonsuzdu. Tesbihler maviyse eğer, güneşe tutup sonra boynumuza asardık. Bir daha hiçbir zaman süslerimden öyle mutlu olmadım.

Masaya iki kadeh kırmızı şarap geldi, ısmarlamadığı şarabı alıp içti kadın. Kime yazıyorsunuz bu bedava mesajları? Dedi. Yeni gelen borsacı duydu. Bu masada duyulan şeylere de cevap verilmediğini anlamış olacak, çerezdeki antep fıstıklarını şişman elleriyle seçmeyi sürdürdü.
  -Bir ikamen yok hayat. Bir yenisi olmaz geçmişin. Gözüme bakın, bakmayın dudak kıvrımıma, kulağıma değen kıvırcık saçlara. Bakmayın ummadığınız bir sonrayı iliklememe.

Kadın fildişi düğmeleri ilmeklere geçirdi. Kalkarken masadan başlarını kaldırdılar. İyi geceler, dedi kadın. Duydular.
Ellerine baktılar, adisyona baktılar. Masa numarası 16. Neyse aldı diye geçirdiler akıllarından.
Dışarısı hafif yağmurluydu, akşam çoktan olmuştu ama kim bilir kaç olmuştu. Köşeyi geçip ara sokağa saptı kadın. Eski bir okulun yanındaki bakkalın önünde durdu. Yağmur arttı. Cipsleri gördü. Cebindeki sigaranın sarı paketine baktı, içeri girdi. Bir kibrit alacağım. Tamam iki de sakız. İçerde yakabilir miyim?
Bu yağmurda bu kibritle yakmak biraz zor olacak çünkü.






resmi yapan: toprak turan kara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder