28 Aralık 2013 Cumartesi

Kulaklı Batağan

İki aşığın romantik saatler yaşayacağı en garip yerlerden birine gelmişlerdi. “Aza Kanaat Esnaf Lokantası”
Ben burada çalışmaya başlayalı 3 gün oluyor. Pazartesi, saat 14:00’te elime bıçağı aldığımı düşününce 2,5.
Şu an için işim yalnızca ekmek kesip, saydam kovalara koyup, masaların ortasına yerleştirmek. Ayrıca her masa için bir sürahi su doldurup tek sıra halindeki bardakların yanına bırakıyorum. Yeni gelen müşterilerin göz hizasında ağzına kadar dolu ekmek kovası olmazsa patron, salça damlalı fasulye tenceresini koca kafama geçirecekmiş gibi...
Yok yok tam böyle değil.
Ben taze ekmekleri kovalara koyup, sürahiyi beş boş bardağın yanına iliştirmezsem; kimse izmir köftenin suyuna banamayacak, öğrenciler az çorba ile karnını tıka basa doyuramayacak yahut meyhane pilavının üstüne boca ettiği pul biberin yüküne su serpemeyecek gibi geliyor. Öyle inanmışım.
Şu yaşımda dünyanın en mühim işini yapıyorum. Patronu filan da görmüyor aslen gözüm.
Kazanlar burnumun ucunda, aklımın kıvrımlarında ise minik salyangozlar parende atmakta.
Fırından henüz gelmiş ekmeği şeklini bozmadan kesebilip, çiftin oturduğu masanın tam ortasına koyamayıp, tekrar oynatıp altın oranı ihya ettim. Patronla göz göze geldim.
Romantik çift, az kuru pilav, kadınbudu köfte ve soğansız çoban salata oturuyorlardı. Kadın, adamın her sözüne “gerçekten mi?” diyor, adam bıkmadan usanmadan “gerçekten” diye cevap veriyordu.
– Ah be Hamiyet, şu lokantadaki tüm kıtır acur turşularından çok seviyorum seni.
- Gerçekten mi?
- Evlenmek istiyorum seninle. Azı çok gösterdiğin kuru pilavları eksik etme soframızdan.
- Gerçekten mi?
- Tanrı kainatı 6 günde yarattı be Hamiyet. Vizyonda bir hafta kalan filmler gibi. Kaçırırsan çok üzülürsün bak.

Kadın artık soru sormadı. Cevap hiç vermedi.
Ben ise, aklım başımda gibi görünmeye çalışıp, sabahtan beri süren telaşımı pek çaktırmıyordum. Şu ana kadar gayet iyi idare etmiştim. Fakat nerde bir saat görsem tutup bakmaktan alamıyordum kendimi.  Hiç kolay değil. Fani hayatta sadece bugüne özgü, tam yeri tam zamanında olmam gereken bir ev vardı. Yine de becerdiğimce sakin olmam söylenmişti. Söz verdiğim sükutu harfiyen uyguluyordum. Henüz beni garipseyen olmamıştı.
Yan kafeden duyduğum kadarıyla Kasımpaşa-Beşiktaş maçına seğiren aklımı aniden hoplattı aynı Hamiyet.
-Mercimekli çorba istiyorum.
Mercimekli mi, gerçekten mi? Dedim.
Çorbanın ne yeri ne de zamanıydı. Hem bugün tavuk suyuna çorba var. Ona bir çentik mercimek mi atayım yani? Ayrıca bu benim işim değil ki.
Tüm bunları, gül gibi narin bünyeme büyük bir hakaret saydım.
Saat de 9 olmuş, tek kelime etmedim.
Maç bitmişti, tarih bu hakemi hiç affetmeyecekti.
Son kez mutfağa girip bir avuç kırmızı mercimek ve kaya tuzunu ceplerime doldurdum. Patronla dirseklerimiz çarpıştı. Çıktım.
Yürüdükçe, Ayhan Işık bıyığıma yapışan maya ve susam kokuları, kesif ayakkabı boyasına karıştı. Yeldeğirmeni’nin ara sokaklarında peşime rüzgarı aldım. Denizin bir parçasını gösteren her geçitten indim. İskeleye vardım. Kızıl ışıklı tabelaya göre, Karaköy vapuruna 10 dakika kalmıştı. Bir delikanlının kendine çekidüzen vermesi için en makul zaman. 
Heyecanıma yenik düşmemek için sürekli unutmaya çalışsam,
çare olarak aklıma, keşke adı “Ahu” olsa diye düşündüğüm karşı komşu Nermin’i getirip dursam da biliyordum.
Beklediğimiz gün gelmişti. “Sadece kağıt para girişi yapınız!”
Yaptım.
Binlerce, milyonlarcaydık belki. Belki de terzi Vakur Amcanın dükkanından bizim eve kadardık. Ne fark ederdi. Şimdi sıra, fani dünyada üstümüze düşen o çok önemli vazifeye gelmişti.
Günün menüsündeki seçkin kokuları gururla taşıyan lacivert gömleği üstümden atıp, çantamdaki bordo kazağı giydim, üzerine siyah ceketi geçirdim. Vapur yanaştı.
Boğaza karşı 75 kuruşluk demli çayımı içtim. 4270 numaralı tabelanın önünde, vapurdaki akşamcılar örgütü ile senkronize sardığım tütünü çektim. Ömrün bu leziz anları pek nadir gelir, biliyorum biliyorum.

--Bu arada geç kalınmış bir merasim arası vereyim hemen.
Şımarmaya lüzum duymayacak kadar 19 yaşındayım. Dalgalı saçlarımı geçen hafta askere gitmek üzere kestirdim, askere gitmekten şu an için vazgeçtim. Kadınlara “üşümüyorum” diyebilmek için çoğu zaman ince giyerim. Titrediklerini görünce siyah blazer ceketi omuzlarına kondurup, 7 dakika içinde donarak ölürüm.--

Koltuğun altında ve istisnai değil keyfi hallerde tavanda da bulunan can yelekleri ile beraber Karaköy’e vardık.
Gece 11’de olmam gereken eve doğru yola koyulduğumda, bit pazarından aldığım köstekli saat 10 buçuğa geliyordu.
Ceplerimi yokladım, her zerreyi tüm faniliğiyle hissettim, ordalar.
Tophanedeki balıkadam kostümü satan dükkanları geçtim, Beyoğlu’na giden dik bir yokuşa çıktım. 3 liraya hijyenik banyo yapılabilecek buğulu camlardan başka hiç bir yerden ışık sızmıyordu.
Günlerden Cuma değil, Cumartesi değildi. Elimde kalan yalnızca beş. Anaokulundan hiç çıkmamışım gibi. Acaba diğerleri gelmiş miydi?
Günlerdir hatmetmiştim. Ama son bir kez bakmak istedim. Her saniye, hayatımı değiştiren o tek film gibi olmalıydı, noktalı virgüllerini öpmeliydim sessizce. Ceketimin yaka iğnesini açtım, sağ avcuma düştü kağıt.
-İster misin?
Sesle birden irkildim. Sokak ıssızdı, repliğin kaynağına doğru baktım. Onu gördüm. Başında mor bere, sırtında koca bir çuval geçirdiği el arabası, elinde çikolatalı top kek. İlk defa bir kağıt toplayıcı ile göz göze geliyordum. Sokaklarda o kadar seyretmeme rağmen asla bana doğru başını kaldıranı olmamıştı. Yüzünü sokak lambasına çevirdiğinde kadın olduğunu gördüm. Gözleri de maviydi sanki.
Kekin yarısını kopardım. Ambalajlı olan yarımı alıp, diğerini ona verdim.
-Teşekkürler.
İçime bir yumru gibi oturan ambalaj güvensizliği, acaba kötü hissetti mi düşüncesiyle birlikte fındık kırıkları halinde boğazıma yapışıp kaldı. Acıyla yutkundum.
Yaptığın işe çok saygı duyuyorum. Dedim. Gece gündüz demeden, kimseden dilenmeden, çöpleri ayıklıyorsun. Gerçek bir çevre gönüllüsüsün. 
Peki sen, böyle saygı duymana yetecek cesareti şehir hatları vapurundan mı topluyorsun? Dedi.
Sustum. Galiba bizden biriydi.
30’lu yaşlarında, bedenindeki kemiklerin hatırı sayılır bir kısmı elmacıklarında, yaka iğnesi sökük kazağındaydı. Elimdeki adresi ona uzattım. Beni kolumdan tutup, önünde durduğumuz küflü kiremit binanın içine sürükledi. Bu arada evet, esmerdi. Gözleri şimdi de kızıla çalıyordu biraz.
- Ben Tengu. Dedi. Yani sen öyle bileceksin.
-Affedersin ama, ben neyim o zaman?
- Bilmem. Yecüc ya da Mecüc değilsin. Hunor olmalısın sen. Güzel mi?
-Güzelmiş. Ne önemi var ki?
-Hadi az kaldı, yukarı çıkalım.
Otomatların uğramadığı bir apartmandı burası. Sanki seneler önce yarım kalan bir inşaata, adım başı stor perde çekmişlerdi. Tengu, her yeri ezberlemiş gibi çıkıyordu basamakları. Acelesinde bile ahenk vardı. 3. Kata geldik. Karanlıkta bordoya çalan ahşap kapı aralıktı. Tengu durdu.
-Biraz beklememiz lazım.
-Burada böyle mi?
-Evet, hem vakit gelmedi. Hem de ben aşağı inip arabayı getireceğim.
-Neden birlikte çıkarmadık?
-Sence çıkarabilir miydik?
Cebindeki Casio F-91W saati koluma taktı. Koşa koşa aşağı indi.
Kapı aralığından içeri baktım. Sarı bir ışık sızıyordu. Eşiğe kadar ulaşan halıyı gördüm. Saçakları incelmiş, kızıl-kahve bir İran halısıydı. Daha ötesini görmek istedim, derin nefesim yarım kaldı. Galiba biraz korkuyordum. Casio’nun yeşil ışığını yaktım. “22:50”
Sırtında arabasıyla sessizce geldi Tengu. Hadi. Dedi.
Kapıyı ittim, kocaman İran halısını adımlamaya başladım.
-Biz üç kişi olmayacak mıydık Tengu?
-Zaten üç kişiyiz Hunor. Bak.
Salon salamanjenin ucunda, balkon kapısındaki silueti gördüm. Hafif kambur, zayıf, yaşlı bir adamdı bu. Perdeleri ve kapıyı açtı, başını yukarı kaldırıp havayı kokladı. Bize döndü.
-Merhaba çocuklar, ben Zenit.
Çok görüp geçiren, bilge adamlar vardır ya; gözleri artık saydam gibidir. Bakınca içindeki tüm balıkların rengini seçersin. Öyleydi. Biraz dikkatle inceledim. Onu tanıyor gibiydim. Belleğimdeki tüm görüntüler birbiri ardına koştu. Sonunda hatırladım. Şu dünya yüzünde hayran olduğum tek adam, burnumun dibinde bitmişti. Bu gece birkaç defa daha başıma gelecek “gözlerime inanamamak” deyimini boynuma astım. Adam biraz yaşlanmış, yorulmuş sanki. Ama işte bu evde. Baştan aşağı kan, kas, kemik ve göz halinde.
Hani bizimle aynı hayattan pay alan; tenceredeki toz şekeri ve çubuk krakerden kalan tuzu sıyıran, bize öğretilenlerle, tüm yalan ve “sakın yapma” ları yiyerek büyüyenlere inat;
gökte gördüğü ufoya taş atan bir adam vardı.
Büyü gibi bir şey. Hiçbir dogma ona işlememiş. Dikte ettikleri yaşamı asla kabullenmemiş.
Eline aldığı taşı sıkıca tutup uzaya doğru fırlatmış. Ömrümce hayran olunacak ondan başka bir varlık düşünemedim. Ve işte karşımda. Tüm hayal gücüyle. Zenit.
Demek bu görevi bize verenler hakikaten nokta atışı yapmışlardı. O an, kendimle ilgili kaygılarım bir anda geçiverdi.
- Ben balkonda ateşi yaktım, birazdan sakinleşir. Dedi Zenit.
Salondaki ceviz masanın üstünde duran iki bakır kaba, cebimdeki tuz ve mercimeği koydum.
Tengu, arabanın çuvalını iyice açtı. İçindeki kağıtları düzenlemeye koyuldu.
-Bütün şiirler orda değil mi Tengu?
-Evet, günlerdir topluyorum, hepsi burada.
Duvardaki beyaz fonu çektim, masadaki projeksiyon makinesini açtım. Oda ışıdı.
-Hazır mısın Zenit?
-Evet. Ya siz?
-Hazırız.
Üç çağıracağız, daha fazla değil. Dedim.
-Evet Hunor. Sadece üç şair.
-Başlayalım.
-Behçet Aysan’ı davet ediyorum öyleyse.
Balkona çıktım. Tengu peşimden geldi, bakır kapları getirdi. Zenit közü kurcaladı.
Hadi. Dedim.
Sağ avcuma tuz, sola ise biraz mercimek aldım. Aynı anda ateşe attım. Ateş parladı, hafifçe mavidi.
Hep bir ağızdan söyledik.
“Dört deryanın deresini dört dergahın derbendine devrederlerse, dört deryadan dört dert, dört dergahtan dört dev çıkar.”
İçeriye  koştuk. Projeksiyon makinesinden duvara, önce bir ateş böceği yansıdı. Biraz uçup durdu, ardından kayboldu. Sonra Behçet Aysan’ı gördük. Nefes seslerimiz yutkunmalarımıza karıştı. Zenit, geri gidip duvara yaslandı.
Behçet Aysan, büyük kemik çerçeveli gözlüğü, ve onu en son gördüğümüz, kenarı baklava dilimi işlemeli haki hırkasıyla karşımızdaydı.

Hepimizin gözüne bir an baktı, merhaba dedi. Karşılıklı gülümsedik. Merhaba dedik.
Heyecanımı ezip konuşmaya başladım.
Behçet Abi, biliyorsun, çok yakında bu dünya yok olacak. Elimizde hiçbir şey kalmayacak, acılarımız bile.
Dünya bittiğinde bir yerlerde şiirler kalacak ama. Uzay boşluğunda kelimeler salınacak.
Burada, bu önemli görevi yerine getirmek için toplandık.
Hangi şiirini gönderelim istersin?
Durduğu yere baktı, arkasını dönüp eski berjeri bize doğru çevirdi, oturdu.
Cebinden bir mendil çıkarıp gözlüğünü sildi. Sol elini yüzüne yasladı. Aynı fotoğraflarındaki gibi.
“Git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım

ve seninle yaşadığım
                    o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.”

Bir Eflatun Ölüm. Dedim.
Behçet Aysan ayağa kalktı, bize doğru yaklaştı. Başıyla selam verdi. İyi geceler çocuklar. Dedi. El salladık. Ateş böceği oldu, sakince kayboldu.

Tengu, çuvalda şiiri aramaya koyuldu. Zenit, eline aldığı ufak bir kağıtla balkonda denemeler yapıyordu. Ben kapları tekrar içeri taşıdım.
- Hunor, işte şiir burada.
Balkona koştuk.  
-Bir dakika, konsantre olamıyorum. Dedi Zenit.
Bekledik.
-Ben atarken Hunor ayaklarımdan tutsun.
- Tengu sen de biraz uzaktan bakar mısın acaba?
Yere bağdaş kurdum, Zenit’in ayaklarını kavradım. Tengu şiiri ona verip uzaklaştı.
Zenit, görünmez bir odak noktası seçti. Yaptığı işi onurla boynunda taşıyan, yılların acımasız avcıları gibi gözlerini kıstı. Kağıdı sıkıca tuttu. Gerindi ve birden fırlattı.
Öyle güçlü bir hamle yaptı ki, ellerimden kaçacak sandım.
Bekledik, şiir dönmedi. Birbirimize dönüp gülümsedik.
Bir Eflatun Ölüm, aynı anda tüm kitaplardan, internetteki sayfalardan, mektuplar ve fanzinlerden silindi. Hemen o an, uzay boşluğundaki sonsuz yerini almıştı.
Masadaki sürahiyi aldı Zenit. Avcumu açtım. Oradan akan suyu yavaş yavaş içtim. Tengu şimdilik istemediğini söyledi.
-Hadi, dedi Zenit. Zamanı kaybedeceğiz yoksa. 
Köstekli saati Zenit’in yeleğinin cebine koydum.

Şimdi sıkı dur Hunor, Edip Cansever’i davet edeceğiz. Dedi Tengu.
Ellerim titredi birden. Sürahideki suyun birazını başıma döktüm, ensemden ve sol gözümün yanından süzüldü. Duruldum. Zenit közün başına gitmişti.
Tuz ve mercimekle geldi Tengu, avcuma doldurdum.
“Şu karşıdaki kara kuru kavak , karardın mı, ey kara kuru kavak sarardın mı ey kara kuru kavak!”
Ateş mavidi, içeriye koşarken ayağım eşiğe takıldı, diz üstü yerdeki karolara kapandım. Başımı kaldırdım.  Görüntüsü beyaza yansıyan, bahçe ortasındaki yusufçuk ani manevralarla üstüme geliyor sandım. Yusufçuk dut ağaçlarının yanında durdu. Ağaçların arkasından çakmak sesi geldi. Edip Cansever, elinde sigarasıyla kirpiğimize doğru yürüdü, birden yol üstündeki başını kaldırıp yüzümüze baktı. Öyle bir bakmak ki, kahverengiyi ilk kez burada gördüğünü sanır insan. Siyah kazağından sızan gömleğinin yakası eskimiş, çok bakılmaktan.

İçkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler – Hıh sığınmak!
Bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın
Belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak
Diyoruz, belki de
En önce İsa alışmıştır kendi söylevlerine
Sonra da biz; ya durmak, ya da bir zincirle oynamak bütün gün
Ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe”


Birden içimi mayhoş, çirkin bir hüzün kapladı. Ekşi sakızlar gibi çiğneyip durdum onu.
“Umutsuzlar Parkı” dedim.
O an öyle kızdım ki kendime, kollarımı balkon demirine vurmak, başımı parktaki kaydırağın köşelerine çarparak yuvarlamak istedim. Böyle seviyordum da, neden ezberlemedim ki bu şiiri? Birazdan dünyanın sonuna dek yok olacak. Defterimden de silinecek, neden ezberlemedim. Keşke uyku öncesine düşen yarım rüyalara dek kendime tekrar etseydim...
Tam Edip Abi, biraz daha devam eder misin? Diyordum ki, dut ağaçlarının arasındaki yusufçuğu gördüm. Aniden kayboluverdi.

Balkona çıktığımda Zenit, çoktan eline şiiri almıştı. Umutsuzlar Parkı, 90’lardaki televizyon programlarında gördüğümüz çarşaf çarşaf fakslar gibiydi. Bir ucundan tutup okumaya çalıştım.
“Ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
Ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.”

Şiirin yarıdan fazlası boşluktaki yerini almıştı. Zenit gözlerini dikip bana baktı, kağıdı elimden bıraktım. Tengu kolumdan çekti, yere oturup bekledik.

Kelimeler dönmedi.
Bir oh çekip yanımıza oturdu Zenit. “E be oğlum Hunor” dedi. Utandım...
O an içerden gelen müzik sesiyle hepimiz irkildik. Cümbüş çalıyordu. Kim gelebilirdi ki bu saatte? Hadi geldi, neden cümbüş çalıyordu? Bu ülkede bizim burada olduğumuzu bir saat öncesine kadar kendimiz bile bilmiyorduk. Peki kimdi bu cümbüşçüler?
Derken Müzeyyen Senar’ın sesi gelmeye başladı. “Keklik dağlarda şağılar...”
Tengu içeriye koştu. Peşinden gittik.
-Sakin olun, saatli radyoymuş.
“İpeklenmiş tüylerineee, yanaktaaaki benlerineeley...”
İkili koltuğun ordaki fiskosta, püsküllü abajurle yan yana duran radyoyu kapattı. Evrene kadim bir sessizlik çöktü.
-Bu bir işaret. Son on dakikamız kaldığını belirtiyor. Dedi Zenit.
Geç de olsa hatırladım. Lübnan’da, Īlyā Abū Māḍī davet edilip dinlendiği zaman, bir işaret gelecekti. Bu, o olmalı.
-Nazım Hikmet’i çağırmamızın vaktidir. Dedi Tengu

Derin bir nefes aldık. Pantolonumun cebinden tütünü çıkardım. Yavaşça sarıp içtik. Vakit dardı ama, buna kimse itiraz etmedi, başka türlüsü çok güç olacaktı. Küller üstümüze yapışıp kaldı.
Ateşin başına geçtik.
“Üstü üç taslı taç saplı üç tunç tası çaldıran mı çabuk çıldırır,
yoksa iç içe yüz ton saç kaplı çanı kaldıran mı çabuk çıldırır.”
Alev mavidi. Bu sefer, tabiri caizse içeri ‘ışınlandık.’
Görüntü siyah beyazdı. Her şey siyah beyaz bir sokağın ortasında. Bir uğur böceği kımıldandı önce. Köşede onu gördük.
Fötr şapkası, yakası dik paltosu, gün yüzü... adım adım bize yaklaştı.
Tengu gözlerini yumdu, omzuna dokundum.
-Biliyorsun Tengu, ömrün böyle anları, bazen bir defa bile gelmez.
-Biliyorum biliyorum.
Gözlerini açtı, dik durabilmek için duvara yaslandı.
Arkama dönüp baktım, gece boyu sadece şairler geldiğinde dişlerini gördüğümüz Zenit, yine başını oynatıp kocaman gülümsüyordu.
Nazım’a biraz daha bakalım diye hiç birimizden çıt çıkmıyordu. Gri taşları adımlayıp, ellerini cebine soktu. Gözünü dikti, muzip gülümsemesi her zerresine yayıldı. Yüzümüzü tek tek gezindi. Biz biraz daha sustuk. Bilerek değil artık, öyle kalakalmıştık. O başladı.
“Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .”

“Masalların Masalı.” Dedi Tengu.
Evet çocuk. Dedi Nazım. Kalacaksa eğer, Masalların Masalı kalsın sonsuza.
Köşeden minik uğur böceği çıktı. Bir uçup, bir kondu. Siyah-beyaz, siyaha döndü. Işık sönüverdi, kapandı perde.
Derin bir hüzün, tüm kıyafetlerimize çöktü. Adım atmaya gücüm kalmamıştı. Tengu, ufacık hıçkırıklarla şiiri aramaya koyuldu. Çuvalın içine birkaç gözyaşı damladı.
-Hüznünü de sonsuza yollarsak, hiç ağlayamazsın bak bir daha. O zaman çekilmez olur buralar. Dedi Zenit.
Tengu sakinleşti. Şiiri bulmuştu. Balkona çıktık, Zenit bizi kanatlarıyla kavradı, başımızı kaldırdık. Avcı takımyıldızının üstümüze düşen kısmına baktık. Zenit yavaşça gerindi, ve birden fırlattı şiiri. Masalların Masalı uzay boşluğunda asılı kaldı.

Ateş hemen oracıkta söndü. Kolumdaki casionun alarmı çalmaya başladı. Tengu, saati alıp alarmı susturdu.
Evet böylece, tam gece yarısında, tüm dünya ülkelerinden üçer şiir, uzay boşluğunda salınmaya başladı. Bunu sadece biz biliyoruz, onlar gerçekten sonsuz oldular...
İçeri geçtik, püsküllü abajuru açıp, ışığında ilk ve son defa sindirerek baktık birbirimize. Bir daha unutmayacak gibi baktık. Dünyanın sonu geldiğinde, o film şeridinde ilk önce ve en son bu yüzleri görmek istermiş gibi.
Zenit’in alnındaki kırışıkları, mavi yeleğini, Tengu’nun beresinin lastik izinden sızan küçük kıvırcık saçları ezberledim.
-Şimdi gitmemiz lazım değil mi?
-Evet, Hunor, gitmemiz lazım.
-Peki tekrar..
-Tekrar, görmememiz lazım.
Önce ben çıktım, giderken Tengu’ya dönüp baktım. Arabasını düzeltiyordu. Gülerek, bu akşam işe çok geç kaldığını söyledi. Cebinden yarım topkek çıkarıp ısırdı.
Kainattaki tek abartım olan Zenit’ten bir imza almak istedim. Fakat bu an, aklımızdan başka hiçbir yerde iz bırakmamalıydı. Dönüp, sıkıca tokalaştım.
Apartmanın kiremitlerine dokunarak, küf kokusunu içime çekerek, sokağa indim. Hava biraz daha soğumuştu. Yarın gazetelerde kitap sayfaları için kayıp ilanları çıkardı belki. Ya da birkaç gün sonra. Ya da dünyanın sonuna kadar anlaşılmazdı yokluğu. Birbirini seven insanlar, ezberledikleri kadarını fısıldardı. Kim bilir...
Tophane’den İskeleye vardım. Köstekli saatim Zenit'in yeleğinde kalmıştı. Öbür gün gazetelere kayıp ilanı verirdim belki.

Ah, mümkün olsaydı da şu denize bir parça kaya tuzu atsaydım,
ertelenmiş hikayeleri dinlemeyip,
hepi topu üç kulaçta karşı kıyıya varsaydım.

Elif'ten not: Çocuklar bence de bu öykü Hunor Galata'ya çıktıktan sonra başka bir şekilde devam edebilirdi. Şairler araya girmeseydi daha tadında olacaktı belki de. Ordan kesip devam ederseniz ikinci bir emre kadar susarım.





21 Aralık 2013 Cumartesi

Babagannuş

Plazalarda hava geçirmez pencere ardında; kainat, klavyelerinin elektron boşluğunda dolanıyor zannedenler.
İşe başlayıp işi bırakanlar, her başladıkları işe bir bakıma bırakmak için başlatılanlar.
Bir baltaya sap olsa diye kafası delinen; içine bir an dönüp tüm baltaları banyo köpüğüyle değiştirenler.
Bir de milletin efendisi olacakken tüm ekinlerinin plastik olduğunu anlayıp kendi karın boşluğuna gömenler.

Büyük çoğunluğumuz bundan ibaret, geri kalanımız T cetveliyle gece gündüz ayna boylarını ölçüyor. Ölçerken; gözleri, yansımadaki göz bebeklerine değmesin diye tüm varlıklarını tüketiyorlar.



16 Aralık 2013 Pazartesi

Ölüme de Tilili

En son 2004'te...
Arkadaş evlerinde, elinde sazıyla görülmüşlüğü çoktur.
Rüzgarla ince ince oynaşan bir ağaca uzunca bakmışlığı...
Tütün sarmışlığı, sigaraya verecek parayı bulamamışlığı,
"Yazık ömrüm" demişliği çoktur.
Azdır aşık olmuşluğu ama; hüznünü nazikçe omuzlayıp, çok da güzel aşık olmuştur.
En son 2004'te.
Hem de parası yok diye 
ödeyemedi diye elektrik faturasını
Odasında, yaktığı mumun aleviyle
yok oldu.
"Bir Nehir Ki Ömrüm" koyacakken yeni albümünün adını. 




11 Aralık 2013 Çarşamba

Ben de baktım abajur saçaklarından. Odada iki ışık kaynağı vardı. Hiçbiri gözüme gelmesin diye itinayla ayarlamıştım. Duvar diplerine ve dolaptaki yün kazaklara doğru.
Sokak lambası sızdı ardından.
Eskiden ev olan kalıntılarda şimdi minnetsiz yıkık duvarlar. İçinde rengi solmuş ambalaj kağıtları. Hepsi kuş bakışı, ayak diplerimize serilmiş çoktan.
Yoldan geçen trenin sesini duyup korkmaz
kıpırdamaz bile.
dünyanın tüm diğer çöplerini usulca sınayıp
Sac ayağında ufalanmış bir memleket havasından.


8 Aralık 2013 Pazar

Anhedoni

Birazdan, masanın yanındaki İran halısının üstüne kusacaktı.
Top 10'un 9 numaralı şarkısı gibi hissetti, es geçilir, sesi dinlenmez. Bari sonuncu olsaydım dedirtir.
Midem bulanıyor dedi midem.

Şaşırmıyorum ki ama.
Mantıklı bir gerekçe söyleyin, nakaratı henüz yazmadı zaman.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Uyku esnasında bile unutmayın. Rüyalar da sabun köpüğüne dönebilir. Bir gece, bir uyurgezerin öpücüğüyle sönüverir. Ah sakın...