31 Temmuz 2014 Perşembe

Kaleydeskop

Tabi ki ölen dedemi düşünüyorum zaman zaman. Zaman zaman da hiç ölmemiş gibi oluyor. Bazen rüyalarıma bile giriyor. Elbette bunlar olağan.

9 yaşındaydım, beş köpek saldırmıştı üstüme ve köpekler salyalarını saçarak bana doğru koşarken, o kocaman bahçede avazım çıktığı kadar bağırmıştım "dede!" diye. Dedem duymadı. Duymadığı için gelmedi. Duysaydı tabi ki gelirdi, o kadar da değil. İşte o zaman anladım, bazı şeylerin bazı zamanları var anlamak için. Dedem'in gücüne inanıyorum.

Tabi öyle korkuyorum ki bu yüzden. Ve biliyorum, fark ediyorum... Öyle çocuk değilim ki aneanemle dedemin yanında. Kendimden büyük kim varsa hepsinin yanında, çocuk değilim aslında. Şımaramıyorum, gülemiyorum, saçmalayamıyorum herhangi yaşındaki bir küçük insan ebadında. Tabi bunlar olağan. Çocuğum olduğunda 'bizim zamanımızda' diye söze başlamak için elzem detaylar hatta.

Çok eskiden diyebileceğimiz vakitte, o kocaman bahçenin sağlam bir ağacına minikten salıncak kuracaktık, izin vermediler. İzin vermedikleri kadar güçlüymüş otoriteler. Ömrümce içten içe istedim diye düşünürken, nazımı da çeken 'geçecek' de diyen bir otorite; "-otonomi- canım, aslında istediğin" deyiverdi Neriman.

Neriman'ın başı sol elimin altında, elmacık kemiğinin biri sağ bacağımda. "Geçecek" diyorum ona. Bazen sadece bunu duymak yetiyor, kimse uzaya gidemesin varsın.

Neriman çok ağlamış, ağladı yani orada saatler geçerken. Tiril tiril mavi basma bir elbisem var, sol bacağı artık eflatun. Eflatun akıyor çünkü Neriman'ın gözyaşı. Fazla telaşlanmıyorum o yüzden, üzülse de bi'şey olmaz, biliyorum. Sabah, gözlerinin misket limonlara benzeyeceği fikrine kendimi alıştırıyorum o kadar. Neyse ki zamanımız var.

Dibinde altın bir fotoğraf makinesi gömüldüğünden adı gibi emin olduğu halı sahanın ortasına gökdelen diktiler, Neriman'ın ağlaması bu yüzden. "Ama çok güzel bir çay bahçesi yapacaklarmış, sahanın kalan halılarına iskemleler atacaklarmış, türk kahvesi bile en fazla iki lira olurmuş, gerisini sen düşün" diyorum, susuyor Neriman. Ben, fal bakmayı bilmiyorum.

O bir bitirse ben başlayacağım ağlamaya ama; bu gece için hiçbir umut yok besbelli. Ben de bugün, ilkokulda 587'li pastel boya takımı olan arkadaşım Bülent'i, kartımı yutan bankaya hışımla girince veznenin arkasında gördüğüm için ağlayacaktım.

Çocuğun çantasında, hepimize aşkı bilmeden aşk acısı yaşatan (ki sonra öyle mide felci görmedim) 587 tane renk vardı. İyi de resim yapardı, şimdi hakkını vermeli. Boyama yapsa çizgilerden hiç dışarı taşırmaz, gökyüzü yapsa, bulut ve göğün rengi asla birbirine karışmazdı. Bu yüzden sadece 5 boyanın kenarındaki kağıtları sökmek zorunda kaldı yavaş yavaş. Parmak uçlarına da yalnız onlar bulaştı, balık kraker yerken de tuzuna bir onlar karıştı. Beyaz, mavi, kırmızı, yeşil, kahverengi.

Eflatunun, petrol yeşilinin ve yavru ağzının olduğu kocaman kutuya bakıyorduk biz. Küçük, oyuncak bir bond çanta gibiydi. Bakıyorduk öylece. Keşke 12'li MonAmi'den kahverengiyi alıp 'haki' koysalar diyorduk. MonAmi hep aynı renklerden oluştu, 587'li boyalar engelli koşuda yarıştı.

Görmezlikten geldim Bülent'i. O da beni görüyordu, farkındaydım. Bakıyor muydu, bilmiyorum. Onun kaçacak yeri yoktu lakin ben; milyonlar yuvası bu bankanın her hanesini Bülent'i yok sayarak adımlayabilirdim. Yapamadım.

-Merhaba Bülent, hatırladın mı beni? Hani senin petrol yeşilin bile vardı, bizim 12 rengimiz. Ama sen hep 5 renkle boyardın. Hatırladın mı?

Yıllar sonra konuya burdan girmenin çirkinliğini geç de olsa kavradım. Ama henüz diyememiştim, "işte sen her pencereyi aynı kırmızıyla boyarsan, gençliğinin baharını bu veznede çürütmen olağan" diye. Şükür ki, diyememiştim. O da bana bu yüzden dememişti "kazandığın para istediğin kitabı üç ayda ancak aldırıyor, evleneyim, çocuk yapayım dersen bir 4 yıl da bunun için beklemen gerek" diye.

-Kartımı yuttu da makine.
-Nasılsın Hülya?
-İyiyim Bülent, hani 3. sınıfta on gün kadar okula gelmemiştim, Paris'e gittik demiştim ya; hatırladın mı?
-Hatırladım tabii. Bize miki mağuslu çikolata bile getirmiştin hatırlamam mı?
-Ben o zaman kuduz aşısı oluyordum aslında, Paris'e de ömrümde gitmedim. Köpekler ısırmıştı popomdan. Kuduz muduz olmayayım diye on gün aşı yaptılar, okula gelemedim, yasakmış.
-A öyle mi, geçmiş olsun.
-Geçti geçti, çok acıtıyor ama o aşılar. Aklında olsun kendini ısırttırma.
-Merak etme kikboksa yazıldım ben. E miki mağus?
-O zaman evde çikolata yapmak modaydı. Sofra dergisi mikili kalıp vermiş, anneme yaptırdım, düzletip defterin arasına koyduğum çikolata kaplarıyla kapladım. Hop, al sana disneyland!
-Elinize sağlık.
-Afiyet olsun.
-Kartın için 444 0 444'ü arayacaksın.
-Teşekkürler Bülent, sonra ne olacak?
-Bilmem, ben hiç aramadım.
-Kalsın tamam. Kart orda kalsın, sen burda kal. Miki mağus da hiç gitmediğimiz Paris'te kalsın. İyi günler.
-İyi günler Hülya. Sadece 5 pastel kullanıyordum, onlar da MonAmi'ydi. Kağıtları söküktü sadece. 587'li boya kutusunun içi ise boştu Hülya, bomboştu. Mavi, sizinkiyle aynı maviydi anlayacağın. Ama ben gökyüzünü biraz güzel boyuyordum.

Neriman'ın narin yüzü sol elimin altında. Dizlerimde eflatun bir uyuşukluk. Çok ağladı bu akşam çekemediği fotoğraflara. Neriman'ın gözleri o doğduğundan beri istediği fotoğrafları çekmeye yaramıyor. Hayal etmedikçe hiçbir şey göremiyor. Doktora göre bunun adı 'işlevsel körlük'  İşlevsel olduğuna ne şüphe, bir anlatsa şaşarsınız, düşleri hepimizi üç kere gömer de öper.

"Herkes için bir fotoğraf makinesi vardır, seninki Altanların maç yaptığı halı sahaya gömülü, hem de altından" demiştik. Benimki Disneyland'deki korku tünelinde gömülüydü mesela...

"Türk kahvesi?" diyorum. Sesim sanki ahizeli yeşil telefonlardan sızıyor. Çoktan uyumuş Neriman. Kıpır kıpır minik gözleri... Kim bilir hangi zamanı donduruyor. Ben, fal bakmayı bilmiyorum.
Tophane'de bir çocuk. Fotoğrafın da ismi var: Çocuğun kurguları