20 Aralık 2015 Pazar

Konveksiyon

Şu yaşıma geldim, daha ne kadar yaşarım bilmiyorum, (filmlerde de mi böyle söylüyordu?) sümbülün "ben alayım" dediğine inanmadım hiç. İnsan dışında hiçbir varlık, sanıyorum kendini ala filan görmez. Altın oranı doğa bilir, onunla övünmek bile bizim haddimize düşer. Ne güzel böcekler var biz öyle diyoruz diye. Ne güzel dağlar var perçemlerinde karlar... Görüyoruz. Diye.

Ama insan kendine mal ettiği için böbürlense de, asla incinmiyor kendisinden aşağıda bir varlığın tavrına. Yani; güzelliğine, rengine, ismine karar verdiği bir varlığın...
Kerteriz olarak yine benzerini alıyor ve benzerinin ona acımasız muamelesini yaşayan herhangi başka mahluk zaten yapamıyor. İnsana mahusus haller var ki burda; edilen sözün ayrıştırıcı önemi gözümüzü çıkarıyor. Bkz. Konuşabilen varlık olarak insan. (burda hülasa deriz, oturur) Efendim yani, hülasa; özünde sözü barındıran kandırmak ve inandırmak meseleleri insanın üç günlük ömrüne mahsus bir vaziyet ki zannımca, bir taraf hayat seyrine kondurduğu çalımdan son derece mesut olurken, diğer taraf, kendi yazgısının iplerini zaman zaman gemici düğümü yapan bu hususlar vasıtasıyla içsel bir haz duyuyor. Acının şiddeti dilini uyuşturuyor. Bu uyuşuklukla, yiyor bir süre çiğ tavuktan hallice hayat gayelerini. Sonra tekerrür ve yine tefekkür. Haliyle.

Telkin, el uzatsan sarabileceğin yakın kişini sakinleştirmek üzere giydiğindir. Telkine muhtaç olan insan yavrusu; 2. günündeki cenaze evinde, merhumun birinci derece yakınlarından biri gibi, terliklerinin nerde olduğunu unutmuş, yediğinden içtiğinden kekremsi bir tat alır hale gelmiş, isteklerine dair her soruya istisnasız "fark etmez" cevabını vermeye başlamış, ağlamaya mecali kalmamış, komşu çocuğun pantolon askılarını göz hapsine alıp, ordaki mor balıkları çoktan incelemeye başlamış genç kadınlar misali savunmasızdır. Meyillidir inanmaya. İster hatta. Sizin ince sözleriniz, onun yumuşak yatakları olur "şimdi uyusam da şöyle üç ay uyanmasam" dediği. Sonra siz, hiç oralı olmadığınız laflar etmeye başlarsınız gelecek zamana dair. Medet, sizden umulmuştur fakat siz muhataplığınızı çok başka zannetmişsinizdir. Diyecek gücü kendinizde bulursunuz, otobanda üryan kalmış sümüklü böceğe: "Bir şey olmayacak" diye hatta; kendinizi de işin içine sokmaya çekinmezsiniz. Dersiniz ki mesela, "Ben sana tıpkı kabuğun gibi, ceketler getiririm fosforlu, böylece üşümezsin. Hem seni görürler ve ezmezler canım sümüklü böcek." Sümüklü böcek ne yapar? Başını öne eğer, "Peki" der. Bundan başka bir şey söyleyemez genellikle. Küçük gamzeleri azıcık belirir. Bununla birlikte siz, saatin 17:25'i göstermesiyle masadaki kalemliği 35 derece sağa kaydırıp mesaisini başarıyla tamamladığını kendine ifade eden, akabinde karakteriyle ilgili kısa bir internet testi çözüp zihni boğumlanan bağnaz devlet memurları gibi; bayat çay kokulu odaları terk etmeye koyulursunuz. Sümüklü böcek ordadır ama. Işıkların pespayeliğinde.  Ve hala üryan. Bahsettiğiniz fosforlu ceketlerin aurasında... Kalakalmıştır.

Sevgili çocuklar; bencileyin, boktan çağımızda milletimizi her manada medeni ve sosyal bir toplum olmaktan alıkoyan bir diğer büyük mesele, "heves kırmak" meselesinin ardından bu "telkin" mevzusunun hafife alınması, anlaşılamaması; telkin adı altında bir nevi gelecek cambazlığı yapılmasıdır. Fakat siz lakayıt iplerde parende atarken efendim, muhatap alan o içten yoğuşmalı, merhum yakını sümüklü böcek jet hızıyla içine çekilmeye başlar. Bu iç acısının şiddetinin göğüs hizasında gerçekten duyulduğu ve geniz uyuşturmak suretiyle bulanık yutkunmalar açığa çıkardığı ise büyüklerimizce hala anlatılmaktadır...

Marc Chagall - The Walk1917

11 Aralık 2015 Cuma

Steinway & Sons

1500 yıllık camii önünde pişi yiyen abla. saydam-beyaz poşetindeki düzineden bir tane çıkarıp, yağlı-temiz elleriyle kocaman bir ısırık alıp; zevkten gözlerini üç saniye kapayan abla, "ben geçmişi unuttum"

bunu aynen böyle söyledim içimden. 1500 yıllık camii önünde. kimsenin fakir olduğuna inanmak istemiyor ve zenginlerden hiç haz etmiyorduk, işte tam o anda... söyledim.
28. işim dolayısıyla kadınlara 'ablacım', erkeklere 'abi' ve iş arkadaşlarıma da yine 'abi' demeye başladım. dilim zıvanadan çıktı. bugün. 1500 yıllık camii önünde. fark ettim ki ben, unutmuşum "sübhaneke"yi yanlışsız okumayı. ellerimden kaçıp gitmiş halat çekme oyunu. mecalim kalmamış kestanelerdeki katkı maddesini düşünmeye ama; cesaretim var hala "kafam kadar yapmışlar bu kestaneleri" demeye.
bir bilge gelmedi bugün yanıma. oysa ki gelsin diye bütün kuytulara girdim, bütün iskemlelerinde çay içtim izbe görünümlü çayhanelerin. ellerimi ısıttım kahvelerin kumunda. ısırdım dilimi. ısırdım. eski kitapçılardaki kedilerin sökük kuyruğunu. üfleyip yedim, rafa kaldırdığım çingeneleri. (böyle devam edersek ne eksiğimiz kalır ikinci yeniden)

"bir çift lafına muhtacım, al yanına" diyordu, merdivenlerden üçer beşer iniyordu. şaşırtıcı olan; önünden sekerek kaçan kadın, bu aceleci adamdan çok ötedeydi, ilk adımı diyorum, kovalamaca başlamadan ne kadar zaman önce atmıştı acaba?

kadın eteklerini topluyordu, senkronize kaçıp ara sıra sendeliyordu. kah bir külkedisi, kah bir kurşun asker oluyordu.
adam... hikayeleri damağında büyüten, kendiliğinden sakar bir andersen.

akşam oluyordu. galata kulesi'nin küçük pencereleri ve eminönü; aynı sadelikte ışıyordu. o insanar. orda değillermiş gibi. eskiler de hiç olmamışlar. tüm ihtişamıyla zihin oyalayan kocaman bir dans salonunda, yalnızca merdivenlerden iniyorlar sanki.
inip; gri ıslak parlak, civadan bir zeminde içe çekiliyorlar. bütün sesler diyezden.

hepimizin etrafında bocaladığı ortak bir arzu vardı ki aslında emindik; toplu taşıma araçlarındaki sohbetlere maruz kalmayı bırakmamız icap ediyordu.

oturup kendimizce bir kumar oynadık sonra. 1500 yıllık camii önünde.
pişi yiyen abla, ben, kovalayan adam ve gelmeyen bilge.
saydı bilge, kardı dağıttı kağıtları. döndürdü kum saatini, koydu masanın kenarına.
hadi dedi, oynayalım öyleyse. önce sus, sonra başla -bir çift lafına-
Triad Stage's The Glass Menagerie

22 Ekim 2015 Perşembe

Charadriiformes

"Öyleyse bir masal... Anlatabilir misin?" Dedi. "Uyumadan. Önce." "Birazcık." (Bu kadın böyle konuşuyor. Öyle, durup durup. Ağlarken yutkunur gibi.)
Adam başladı. Masalda vuku bulan kadının bileklerini anlattı uzunca. Kulağının başlangıcındaki küçük saçları... Anlattı. Kirpiklerinin kenarındaki nemleri...
Boynunu yalnızca ve kıvrımlarını...

Masalda beliren kadının, sanki sadece kendisi vardı. İkisi de onunla yeni tanışıyorlardı. Adam anlattıkça.

Başı yastıktaki kadın bir an inandı, uykulu gözleriyle. Gerçek olduğuna "sonsuz" lafının. Adam inanmadı fakat. Anlatırken bile. Bakarken bile uzun uzun. Konuşurken hatta, günlük vakalardan. Büyütürken olan biteni. İçerken ve yerken; ufak yiyecekleri...
Sonra birden dağıldı. "pufff!"
Kocaman paraşütler gibi, yere inince aniden kapaklanan, onunla uçanın üzerine.

Şimdi sadece, sözcüklerin ardına biriken düşbozumu kemirgenler vardı. Baktığı her yerde. Kadının.

Uyumasını beklerken. Tozu kaldı her şeyin. Kadının avcunda. Darmadağın. Ellerine baktı kadın. Yumdu gözlerini. Açtı, tutamadı. Tozları. Işıkları...
Tutamadı. Gece sokak lambasının vurduğu yaprakları bile, o toprak köy yolundaki...

Starry Night over the Rhone, 1888, Vincent Van Gogh

20 Ekim 2015 Salı

"bir masalda türkü"

Sonra ben, sol elim yarı açık, beklemeye alıştım dizimin üstünde.

Gördükleri şeyleri garipseyip, komik bir hazla anlam yüklüyor çocuklar. Tutarsız ilerliyorlar sonra. Şaşırmanın ahengi bu.

Kadınlar kendi çocukluklarını seviyorlar. Püsküllü çizmeler giyiyorlar örneğin yeğenlerinin sünnet töreninde. Ayırıp yiyorlar negro bisküviyi, ortasındaki kremayı dişleriyle kemiriyorlar. Beyaz dantelini kıvırıp giydikleri okul çorapları gibi. Sonra içe doğru kıvırıyorlar dantelleri, büyümek hevesinden.

İnsan ölmediği için utanıyor bazen. Dirseğinin kenarında çürümüş bir yarayla görünmeye.

Deja vu diye bir şey var, bir de astronomi. Bir de "mukadderat" var tabii, kalbur üstü sohbetlerden.

Bulundum evlerinde yaşlı kadınların. Duvarların kesif kokusundan umulmaz bir haz aldım. Ama hiç düşünmedim onların, benden önce ölebileceklerini.

(O gece, aklımı on dakika bırakıp bunları yazmıştım, sonra başıma aldım, şalgamdan bir yudum.)

13 Ekim 2015 Salı

Kaçkınlar

Ferit Edgü

Geldiğinizden ne kadar başka çıkıyorsunuz, zaten söylemiştim...
kurtuldunuz, kurtuldunuz, yeniden...
gün geçtikçe o da kalmaz...
karamsarlığınız....
daha önünüzde....
genç...
kurtuldunuz, bu...
umutsuzluk, görüyorsunuz ki...
zaten öyle sanıyorum ki, öyle... san...

 dinlemedim, bu beyaz gömleğinin içinde, bana bir şeyler anlatmak isteyen, çırpınan, beceriksiz adamı. teyzem az ötede duruyordu. bana bakıp gülümsüyordu. birazdan dışarı çıkacağız...

elini uzattı doktor. sıktım. bir sözcük olsın söylemeden arkamı döndüm dışarı çıktım. bir zaman dış kapıda teyzemi bekledim. geldi. konuşmadan yürümeye başladık. "kötüler de yaşar. kötüler de. ben de onlardan biriyim. herkes benden tiksiniyor. ben de tiksiniyorum. herkesten. ve kendimden. çaresiz kendimden. sürüp giden yaşamaktan. ah niçin o anda..." yüzüme bakmaktan çekinir gibiydi. bense gelip geçenlere, evlerin pencerelerine, katranlı yüksek duvarlara, afişlere bakıyordum. yeniden dışarda olmak...
- şurdan arabaya binelim.
- hayır ben yürümek istiyorum.
- kendini nasıl duyuyorsun?
İyi, dedim ona eve gitmesini, biraz dolaşmak istediğimi söyledim. annen biraz hasta, dedi. onun için seni almaya gelemedi. İyi, sormadım, dedim. onu bir arabaya bindirdim. elimdeki bavulu verdim. eve erken gel. cevap vermeden yürüdüm. sokaklardan, sokaklardan, insanların arasından geçtim. herbirini ayrı ayrı solur gibi...

İnsan kokuları. sürüp giden, her gün aynı yükü taşıyan insanların kokusu. ama hiç de hastanadekilere benzemiyorlar. bir şarapçının kapısından geçtim. şarap kokusu midemi bulandırdı. İçeri giremedim. ellerim ceplerimde, caddede bir gidip bir gelerek, kararsız,
- yusufa gidecek miyim? ama bu...
- akşamın çökmesini bekledim. gideyim. o kahvededir gene. niçin gitmeyecek mişim?
çünkü...

kahvenin olduğu sokağa saptım. köşeyi döner dönmez yusuf'u gördüm. yanında bir adam vardı. rengi soluktı. sırtında açık renk yeni bir ceket vardı.
yusuf! yusuf! hayır bağırmadım. geldiğim yoldan geri döndüm. başım dönüyordu. İçimde bir eziklik duydum. bir cigara yaktım. herkesin içtiğinden. adımlarımı yavaşlattım. birden kalabalığın içinden yusuf'u seçtim. önüne bakarak yürüyordu. demin konuştuğu adam da yanında yürüyordu. karşı kaldırıma geçtim. görmesin beni diye. ağzım apacıydı. bir mağazanın camında silik gürüntümü gördüm. eskisi.
bir korkuya kapıldım. sanki kendimden...

cigaramı bir duvarda ezdim. hiçbir şey istemiyorum. beynimi delen sorularla uzaklaştım. ne görünmek, ne lanetlenmek korkusu, hiçbiri, hiçbiri...
saplantılarımdan arınmıştım.
dudağımı ısırıyorum. kurtulmuşum. peki şimdi ne yapacağım? hastahaneye girdiğim ilk günden beri dışarda olmayı istemiştim. ama böyle bomboş mu? evet, bomboş.
erkenden eve gittim. yemekte beni bekliyorlardı. hepsinin yüzünde anlayamadığım bir sevincin aydınlığı. kurtuldu, kurtuldu. artık o da bizim gibi...

yaş sürgünü

büyüdükçe kış aylarını kış aylarında demlenen çayı tüten sobayı okunan selayı köpeğin sesini çarşıdan alınan pideyi, ayranı, boş okul bahçesini, patlamayan topları yahut patlayan öyle diyorlar diye, üç kuşak öncesinden türküleri, anlamını bilmeden mırıldanmaları, sokağa saçılan susamları, cümbüşün yanık sesini, ucu biten kalemleri, deredeki beyaz taşları, boyası dökük parkları, ankara'ya evrilen yataklı vagonları, çınar ağacını, minibüslerdeki kesif kokuyu, akşamın sarı ışıklarını, parmak uçları nemli eldivenleri, dağ yamacındaki üzüm bağlarını, saman kağıtlarını... arayıp durmuş.
sığınacak bir yer arayıp. durmuş.

kış gelince içinin kamaşması bundan. bundan ama; kar yağdığında çamuru yadırgaması. ölünce birileri, öldürülünce; kafasını gömüp uyuması... bundan.
polislerden korkması sonra, henüz bir şey yaşanmamışken. "hiçbir şey yaşanmayacak mı" diye.

bilmek istemeyişi kiremitlerin asıl rengini, midyenin göbek bağını, çakmaktaşının gizemini, akordeonun sihrini ve aruz vezninin asaletini, çarpım tablosunu hatta; dörtlerle yedileri...
"D
önmeyeceğimize alışacak mıyız" diye.


10 Ekim 2015 Cumartesi

Babama N'olmuş

Çok sevgili babacığım!
Bana son günlerde bir ara, senden korktuğum gibi bir savı hangi nedenle ileri sürdüğümü sormuştun. Her zamanki gibi bir yanıt bulup verememiş, bu da işte biraz yine senden korkmamdan, biraz senden korkmamın nedeninin pek çok ayrıntıyı içermesinden, dolayısıyla bunları yarı buçuk da olsa sözle belirtemeyeceğimden kaynaklanmıştı. Şimdi sana yazıyla yanıt vermeye kalkıyorsam, bu yanıtta da yine pek çok boşluk kalacak, çünkü söz konusu nedeni kaleme alırken, senden duyduğum korku ve bunun yol açacağı sonuçlar sana karşı özgür davranmaktan beni alıkoyacak, konunun büyüklüğü belleğimle zeka gücümü enikonu aşacaktır.
Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.
Yaşamak konusundaki beceriksizliğin artık seni ne ilgilendirecek, sorumlusu benim zaten, sen rahatça uzanıyorsun ve kendini hayatta, hem bedensel hem de zihinsel olarak bana çektiriyorsun. Öncelikle kısmen sana da yöneltilebilecek bu itirazın senden değil, tam da benden geldiğini söyleyerek karşılık vereceğim buna. Senin başkalarına karşı beslediğin kuşku bile, benim kendime yönelik kuşkumdan daha büyük değil, beni sen böyle eğittin.
Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. Büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. Ayrıca insanın evrendeki yeri konusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. Fakat –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. Beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. Sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle "iki cami arasında beynamaz" ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan Numan Beyin deyimiyle "güreş, güreş, Hacı Muhammed altta" bir durumdayım. ‘Tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. Görüyorsun senin hayat hikayeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum.
İlk yıllardan yalnızca bir olayı doğrudan hatırlayabiliyorum, belki sen de hatırlarsın. Bir keresinde gece vakti durmadan su diye mızırdanıyordum, kuşkusuz susuzluktan değil, belki kısmen sinirlendirmek, kısmen de kendimi oyalamak için. Birkaç sert tehdit fayda etmeyince, beni yatağımdan almış, sahanlığa taşımış ve geceliğimle kapalı kapının önünde kısa bir süre yapayalnız bırakmıştın. Bunun doğru olmadığını söylemek istemiyorum, belki de gece huzuru sağlamak o sırada ancak bu yolla mümkündü, ancak burada senin eğitim yöntemlerini ve bunların üzerimdeki etkilerini açıklamak istiyorum. O zaman herhalde uslu durmuştum sonrasında, ancak bu olay içimde bir tahribata yol açtı.
Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum.
Evlilikten duyulan korkuyu, ebeveyne karşı işlenen günahların bedelini ilerde çocukların ödeteceğinden duyulan korkuya bağlayan bir görüş var. Benim durumumda, bunun çok büyük bir önemi olduğunu sanmıyorum, çünkü benim suçluluk bilincim zaten senden kaynaklanıyor ve fazlasıyla benzersiz özellikler taşıyor, hatta bu eşsizlik hissi, onun eziyet verici yapısının bir parçasını oluşturuyor; bir tekrarı düşünülemez. En azından böyle dilsiz, donuk, kuru, süfli bir oğlun benim için katlanılmaz olacağını söylemek zorundayım, eğer başka bir imkan bulamazsam, ondan kaçardım herhalde, senin evliliğim yüzünden yapmak istediğin gibi yurdumdan göçerdim. Yani evlenmedeki beceriksizliğim konusunda etkilendiğim şeylerden biri de bu olabilir.
İstiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek “Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez” diye içeri seslenebileyim ve bana “Kaynadığını görüyorsun, altını kıs Cemil Bey” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım.
Seninle aramdaki bu özellikle talihsiz ilişkide, bağımsızlaşmak istiyorsam, mümkün olduğu kadar, seninle hiçbir ilişkisi olmayan bir şey yapmalıyım, evlilik en büyük şey gerçi ve en onurlu bağımsızlığı sağlıyor, ama aynı zamanda seninle çok yakın bir ilişkisi var. Çıkışı burada aramanın, bu yüzden deliliği andırır bir yanı var ve her girişim neredeyse delilikle cezalandırılıyor.
Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. Bir örnek vermek gerekirse
"Çalkan Karadeniz çalkan
Gemiler açıyor yelken"
gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanısıra
"Yekte yavrum yekte
Pastırmalar yükte"
türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. Ben sonradan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: Şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kullandığım gibi filan…
Okuyana not: Her paragrafik boşluktan bir önce yahut sonra, Oğuz Atay’ın "Korkuyu Beklerken" kitabındaki Babama Mektup’undan bir bölüm; yine boşluklar evvelinde ya da ardında, Franz Kafka’nın "Babaya Mektup" kitabından cümleler bulunuyor. İki yazarın da babaları, kendilerine yazılan bu mektupları hiç okumamış veya okuyamamıştır.

15 Eylül 2015 Salı

ben sizi bağrıma basıp kırılan omzumun kenarından içeri mi alayım, ne yapayım artık ben
siz beni sevince böylesine...

10 Eylül 2015 Perşembe

Ah Mualla!

Biz de en az köşedeki tornacı kadar iyi biliyoruz:
İzlanda'da doğmadın diye çektin sen bunca çileyi.
Arabesk bir nesle püskürtüldüysen bunda,
Siyasiler gibi; biraz suçu vardı Erol Taş'ın.

Şimdi bir çay daha koy Mualla.
Ve uzaklara bak, önündeki 18 saniye boyunca.
Yanaklarını şişir; bir de dudağını burnuna yaklaştır biraz.
İnsan böyle de kendine komik olabiliyor mesela.

John Constable, Portrait of Mary Freer (1809)


28 Ağustos 2015 Cuma

Fermat'ın son teoremi

Sevgili çocuklar, kaybedecek vaktimiz yok. Işınlanmayı bulamadık madem; "yürü ya kulum aparatı"nı bir an önce icat etmeliyiz. Tanrı, tüm sevimliliğiyle rakiplerimizi tek celsede silerek bizle iç kontağı kurup "yürü ya kulum!" dediğinde; "bu aslında gaipten gelen bir ses mi, ulan acaba bana mı dedi, şimdi yürümeye başlasam birazdan akşam olur, ben bir sonraki uyarıda mı harekete geçsem, Ahmet Abiler'e gidecektik hani, sandaletlerim de koptu kopacak..." Bocalamasına düşmeyerek; uyarı alındığı an, yarış çizgisinden popomuzu hıplatıp, tüfengi omza, mantığı cebe, aklı başa atıp; yine de etrafa pek çaktırmadan, -ıhtan ıhtan- yola koyulmamız gerekiyor.

Yürü ya kulum aparatı makul boyutlarda; kadınlar için minik bir aksesuar, erkekler için bir don lastiği, çocuklar için ise pembe bir arı maya silgisi halinde vuku bulabilir. Bu bizim konumuz değil. Önemli olan, mesajı zaman yitirmeden kah bir titreşim, kah bir senkron kayması, kah bir iç gıcıklanması şeklinde algılayıp emin olmamız. Yalnız dediğim gibi; aman kimseler duymasın.

Çünkü; boktan çağımızda, milletimizi her manada medeni ve sosyal bir toplum olmaktan alıkoyan en mühim hadise sanıyorum ki bu, "heves kırmak" meselesi. Astronot olacak çocukları terzi çırağı, kübist çalışmaya başlayan genci paint terk bir muhallebici, ebegümeci yemeğini daimi yeşil, Hollywood yıldızı vasıflarını taşıyan Leyla'yı Bağcılar'da Hasan'ın karısı; ve hatta Rövaşata Necmi'yi akıl hastası yapan da bu "heves kırmak" meselesi. Ardından, dost meclislerinde yaşını başını almış bir kamil kılığında gezinip "Ben var ya, aslında..." diye söze başlayan beyin yiyiciler uğruna iç organlarımızı harcatan da işte bu, heves kırmak meselesi. Onun için diyorum: Söylemeyin, bilmesinler.

Yalnız sahip olmayı kabul ettikten sonra bilin ki bu aparat, hayatın ağlarını altın varakla ördüğü olur olmaz bir yerde uyarı verecektir. Yani; sıcak bir yataktan apar topar kalkmanıza, çifte okeye gittiğiniz bir masada küfür yemenize, kupa maçında penaltıları görmemenize, ATM sırasındaki yerinizi ebediyen terk etmenize... sebep olabilir. Fakat ancak bunlardan biri olabilir. Tanrı'nın kuralları da muazzam rutini öyle kolay kolay çelecek ayrıntıları ihtiva etmiyor.

Bu arada tam o an; kendimizi kıstaynasına (kısıtlanmış görüntü püskürtücü ayna) bakmaktan da kesinlike alıkoymalı; başkalarının çerçevesini kendi gözümüz sanıp "Aman Ali Rıza Bey, olur mu öyle şey?" yanılgısına düşmemeliyiz. Etrafınızı saran metronomlar bunu zaten ritmik bir müsvedde halinde önünüze arkanıza atıverecektir, siz hiç merak etmeyin.

Evet, öyle durmayın. "Yürü ya kulum" aparatının Roku'nun kendini bulduğu Ruhlar Dünyası'nda icat edileceği yanılgısına düşüp Zuko'yu beklemekten de bir an evvel vazgeçin.

Gözlerinizden öperim.



26 Ağustos 2015 Çarşamba

burnuyuşması

Sevgili süt ninem, sabahları evler yıkılırken uyanıyorum. Ne uyumaktan, ne de o yeni günden haz alıyorum. Bir de kötücül bir yokoluş hissi beliriyor içimde. En son, içime kaçan 20'lik dişim ameliyat edilirken olmuştu böyle. Uyuşan ağzımın hiç bir zerresini hissetmeyip, saatlerce damağımı deşen doktorun gözlüğünden yansıyan kan revan ve kırık kemik bütünlüğüne bakmış; "bunlar benim" demiştim. Etini henüz terk eden kanlı bir iskelet gibiydim. Aslında da öyleydim, o zaman anladım. Midem bulandı.

"Ben gene bir kürdanın diş etlerine batmasıyım bir çürük azı dişinin kenarında…"

Sonra damağımda bir boşluk, suratımda amansız şiş, sevdiğim adamın bile karşısına çıkmaktan korktum. Uzun uzun gittim ama; artık Karaköy'de olmayan balıkçıya. Gece olunca ara sokaklardan Galata'ya çıktım. Bir yer gördüm, ardından sarı ışık sızan camları buğulanmış, isli kirli bir yer. Pencerelerin birinde A4 kağıda bilgisayarla yazılmış: "Banyo 3 TL" Kağıt da nemden kenarlarını sıyırmış. Bu görüntü, ölürken de aklımda kalacak. Bir de bol yıldızlı bir gece denizde yüzdüğüm. O da zaman.

Sevgili süt ninem, Osmanlı zamanında bir gün bir meyhane kapanışında esnaftan biri cinayet işleyip, diğerleri katili arasında sakladığı için; ertesi gün 30 esnafı idam etmişler. Reşat Ekrem Koçu söylüyor. "Gel gör ki şimdi.." bıdıbıdısı yapmayacağım sana, korkma. Aynı zamanda yaşasaydınız kesin senin arkadaşın olurdu bu adam. Olmamış, üzülme.

Sevgili süt ninem, ülkenin bir yanında sokağa çıkılamıyor; geceler silah sesleriyle bölünüyor. Diğer yanında bunu Twitter'a yazıyorlar. Sonra bir daha, bir daha yazıyorlar. Sonra spor salonuna gidip, dönünce yine yazıyorlar. Gerçek değilmiş gibi. İçli müzikler dinlemekten de kaçıyorlar. Mütemadiyen geyik çeviren vegan bir topluma dönüyorlar.

Sevgili süt ninem, ben bu hitabi metni bir güzel uzatırım ama çok yorgunum. Suya yazı yazmaktan bitap düştüm. Hem sen de yoksun, süt kokan bir anım da yok geçmişe dair. Yalnız bazen isli tatlı kokun geliyor yokluğuna rağmen. Seviniyorum.

20 Ağustos 2015 Perşembe

malatyalı abdo için bir konuşma

her şey akıp gider
oh onlar birer ayçiçeğidir yüzleri
güneşe ve aya dönen
hep güneşe
ve ben ruhçulara göre şaşkın
zevcelere göre alkoliktim

evet gerçekten hayatımda çok içtim
ne kadar içtim, ne kadar duraklardan geçtim
öfkenin ve sevincin özrüne sığınıp
ama. bir akşam oldu muydu iyi bir akşam
yani saksı çiçeklerinin üzerine tozlar konan
ve çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam
bu iyi bir başlangıçtır derim aşk yapmaya.
sular ısıtılmalı güğümlerde
ve karım güneşin batışını fark etmeli
ve deniz bir kavga gibi girebilmeli aramıza
fark etmeli ki iyi bir güneş iyi bir yataktır
benim kollarıma
ve fayton seslerini duymalıdır
loşluğa giden benim kollarıma.

bilmem yetkim var mıdır söylemeye
onun anadan doğma mutsuz olduğunu.
mutluluk evrenseldir kolayca bölüşülür
kolayca hazırlanır kendiliğinden
(kimine bir kadın kimine bir başkaldırma) –
 oysa şimşekler çaktı mıydı
bolkar’ın üzerinden sular tarlaları bozdu muydu
ve bir kadın azıcık davet taşıdı mıydı
neden söylememeli, anadolu’da
gecelerin zifaf olmaması imkânsızdı
ve kocaman bıyıklarıyla
ayışığını zorlayan
çoğalma duyguları

bu arada tiyatrolar oynanır
hak edilmiş gece ayasını karıştırır insanın
ve birden karşı karşıya gelir romeo ile kerem
ve ben bir düzeni eğitimli bir adam olarak kabullenen
susarım aşklarına her ikisinin
-araya koca gözlü bir küçük kız girmese-

sevmek başka bir yetenektir hemen anlarım.
hemen anlarım, hiç yanılmam
ve çarşılarda, cami avlularında
ahşap çatılar altında nice kültürler gelişmiştir bilirim.
ama bir akşam
hak edilmemiş bir akşam
dürüst ve islâm kalmamışsam
yeter kendimi yargılamama
bir şey yapmam
biraz daha beklerim

her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır
beyaz gömleklerin
ve kayıt defterlerinin
banka sıralarının
ve sıra beklemelerin
ve bir düzenle yüzyüze gelmenin anısı
bugün başka şey ve başka bir şeydir yarın
ah! işte öyle bakmayın
bir geçmişi anmaya var mısınız
biraz benimle, biraz benimle, biraz uzak ama yarın
geçer gidersiniz uzaklardasınız.
ben de bu dünyaya geldim geleli
benden böylece işte ne umarsınız.

ah! her şey akıp gider,
bir tarlalar ve sevda kalır
ne sevdadır ne bıçaktır, utançlardır saklanır
çocuklar bir gecedirler girerler yatağımıza.
birisi sağımıza, birisi uykumuza ve biri mirasımıza
ve gizli bir başeğmedir sizde aşk
kilimlerle ve orkidelerle oyalanan
bizde bunun kim farkına varır.

koca bıyıklarıyla indi malatya’dan
çarşılar ve ortahalli evler
semaverler ve hamurtahtaları uyanmadan.
malatya’nın kâhta kasabasından
ve kâhta’ nın uzun, silik, uzunsilik,
uzun bir davalı mezrasından.
güldü ve bülbüldü yolları
ve dağları yassılaştıran,

bense bir şehirden bir oğlan
sonunun nereye varacağı belli olmayan,
adı ya büyük bir aşka karışan
ya da hiç hatırlanmayan.
soyumuz geçerlidir biliyorum geçerlidir,
sık sık unutulan soyumuz
geçerlidir
bir kıyıya bir sandal gibi bağlanan.
gelirdi.
malatya’nın kâhta kasabasından
kocaman bıyıklarıyla,
adı bir kanuna hemen uygulanan
kâhta’nın
ve o sonsuz bülbülü avucunda taşıyan
ve o sonsuz gülü avucunda taşıyan
yani koca bıyıklarıyla
güllü ve bülbüllü bir adam
gelmiş geçmiş bütün öbür şeylerin
her şeysini bir parça kendinde taşıyan
kentinde taşıyan
(dumanlı ve derin ve karşılıksız şiirine ve geçmişine küskün)
kucağında büyük gözlü bir kız çocuğu taşıyan.

banka bağışı sıralarda oturdular
oturdular ürkek
ve şaşkın girdiler röntgen odasına fakülte hastanesinde
ikiyüzbir sıra numarasında
o kız çocuğuyla kucağında kocaman gözleri,
babasının kocaman bıyıklarını yadırgatmayan,
öyle dağlı aşklara alışkın
öyle müslüman kocaman bir kız çocuğu

şöyle ki vilâdî kalça çıkığından daha kahraman.
insan tükenir sanırım
bir çiçeğe durmadan baksa bile
bir güzel aşk okusa bile.
biz nerden tükeniriz
adımız saydam
hele akşam oldu muydu çok daha saydam,
kapanır gideriz sözlükteki bir aşk anlamına
ve tabancamız yok.
 bilmeyiz silâhı yerinde kullanmayı
kimbilir silâhı yerinde kullanmayı
dağlı aşklardan
ve kan davalarından başka?
ve kadınını bir alet gibi güzel kullanan
kucağında iki yaşında bir çocuk
kocaman bıyıklı adam.

ben de bu dünyaya geldim geleli
“giderdi
bir atlı giderdi
dünyayı umursamayan
ve terkisinde gebe kalınan
büyük bir atlı
durup bütün kinsizliğiyle.

kucağında büyük gözlü bir kız çocuğuyla
koşuşan elleri
paraya alışkın olmayan
kocaman bıyıklı bir adam.

 ne kadar hoyratsınız ve uzaktasınız.
bu çok az bir şeydir biliyorum
belki balkona asılan çamaşırlar
ve bir otobüs parası biliyorum
senin sonun çamaşırlar asılı bir balkona varırdı
bir sokağın en güzel adına varırdı
biraz islâm, biraz yaban ve cünüp
ve batı ve para en güzel kurtuluştu.”

ben de bu dünyaya geldim geleli
ucu mor püsküllü marpucum mu var
ya bir savaş çıkar bozar dengemi
ya bir ahu gözlü kıyar canıma ah!
şimdi bakmayın kocaman bıyıklarıma
kucağımda kuş gözlü bir küçük kız
kentlerde o anasız ben kadınsız
tumturak bir nasır boğazımda

her şey akıp gider bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır
ben de bu dünyaya geldim geleli
ölmezsem, öldürmezsem
kim benim farkıma varır?

Turgut Uyar



18 Ağustos 2015 Salı

doksanların devlet dairelerindeki, yıllandıkça sertleşmiş bir örümcek ağını anımsatan;
kare kare delikli, tel tel sararmış, ekşi sigara kokan o perdeler...
ekseriyetle aklıma geliyor.

aşağıdaki müziğin ise bu perdelerle ilgisi yok. acılı danslar eden bir tırtıla benziyor daha çok.

16 Ağustos 2015 Pazar

Negatif Film Banyosu

Erkek var, kadın var, yüzü onlara dönük bir bebek arabası ve bebeğin ayakları. Varlar.

Adamın önünde bir dilim beyaz kremalı pasta, üzerinde iki çilek, bolca çilekli sos. Tabağın her yerinde. Varlar. (Çilekli pasta yiyecek bir mizaca sahip değil bu kişi, evet)

Gülümseyememişler fotoğraf çekilirken. Yani tam gülümsemeye çalışırlarken çekmiş garson. (Masa, kendilerinden daha çok görünüyor, böylece garsonun gözlerinde mutabık kalıyoruz.) Gülmeye çalışmaları da uzun sürmüş, adamın dudağının sağ kıvrımı biraz yukarı evrilmiş. Bir çengele takılan misina ipiyle tavana doğru çekiliyor gibi. Lakin gözleri alabildiğine sabit. Bir derinlik değil, sabitlik bu. Aynı bakışın çok benzerinden kadında da var. Ama onun suratına ayrıca "hadi" der gibi bir ifade de hakim. Gözleri ve burnu aynı oranda kısılmış. Fotoğrafın çekilmesini kadın istemiş. Adamın buna görünürde mecali yok, bebek henüz dillenmemiş. Üstelik bugün Pazar.

Kadının üstünlüğü tüm masaya sıçramış. Çay tabağındaki suları peçeteyle alıp onu bize yakın tarafa koymuş. Bardağı da çay tabağından uzaklaştırmış. Adamın önündeki pastadan "bir tadımlık" almış, fakat çatalı kendinden tarafta bırakmış. Muhtemelen bu pastayı da kocasına o önermiş. Hamilelikte alınan kilolarından şikayet etmekten henüz vazgeçmemiş ve iştahından da.

Zemine dek inen cam kenarındaki masalardan birine oturmuşlar. Manzara otoparka bakıyor. Boş yer yok. (Buranın bir AVM olduğunda mutabık kalıyoruz ve bugün Pazar)

Henüz arabaları yok. Masadaki her şeyin arasında bir araba anahtarı yok. Buna henüz zamanları var. Taksitler ve kaskoya yoğunlaşma evreleri de yakında başlayacak. Yoksa beş yıl sonrasının yeni bir beş yılı doğurma ihtimali riske girebilir.

Fotoğrafa yansıyan bir kızgınlıkları var. Bir saat önce, "alınacaklar" listesiyle başları derde girmiş gibi. Adamın şimdi fark ettiğim sağ eli, oturduğu sandalyenin kolçağından güç alıyor. Tam kalkmak isterken bir cümle işitip cevaplamaya durmuşa benziyor. Kart limitinin ay ortası civcivlenmesi henüz gelmişken, lüzümsuz gördüğü bir küçük ev aletini de almış olabilir az evvel. Eğer öyleyse yarın akşam naneli smoothie ile fotoğrafını görebiliriz. Ama buna henüz zaman var.

Erkek var, kadın var, yüzü onlara dönük bir bebek arabası ve bebeğin ayakları. Varlar.

Édouard Manet: The Monet Family in Their Garden at Argenteuil, 1874

15 Ağustos 2015 Cumartesi

İkircikli Gelecek Zaman

Suskunlar inceden şehri ardında bırakacak,
Sularında in cin top oynayan evlere hastalıklar sinecek,
Bir ölü çocuğun babasının sırtındaki çuvalla karlı yoldan geçişi unutulacak,
Afili genç kızlar akbil doldururken büfecileri görmezden gelmeyecek,
Ahmet Kaya deyince bir dudak kıvrımı da akla gelecek,
Balkonsuz evlerde yaşamaya alışılacak,
Gece çökmesin diye daha çok insana sır verilecek,
"Dut ağacını kestiler" dediklerinde bir iç sızısı duyulmayacak,
İlhan Berk de diğerleri gibi popüler olacak,
Eski zaman eşkıyaları biraz yüceltilecek,
Siyaset konuşmamak umarsızlık sayılmayacak,
Serbest gezen tavuklar yuvalarına dönecek,
Sevgililer birbirini evcilleştirmeyecek,
Bir oturuşta bir kitap bitirenin suratına bir daha bakılmayacak,
Füzyon mutfağı iyice nam salacak,
Milli Piyango oynamak tarihe karışacak,
Kapalı otoparklarda astral seyahat mümkün kılınacak,
Sevmekten erken usanılacak,
Reankarnasyon hikayelerine Plüton da ortak olacak,
Yine zengin olmak için uğraşılacak,
Kimse açlıktan ölemez sanılacak,
Shakespeare bıkmadan "Zaman zıvanadan çıktı" diyecek,

Ve Tarkovsky elbette Bergman'ı sevecekti.

Zerkalo, 1975

11 Ağustos 2015 Salı

Magnoliopsida

Oturuyoruz kahvelerde. (Kahve deyince romantik oluyor, yoksa aslında en ucuz içeceği 6,50'ye alabildiğin 3. dalga bir yer burası) Neyse, içim çok sıkılıyor. Yani bağırsaklarımdan başlıyor içimde gezen o minik robotlar. Isırıyorlar ağır aksak. Dolaşıyorlar ama yukarı çıkmıyorlar, ısırdıklarını koparmıyor, yutmuyorlar. Çirkin bir ağrı yaratıyorlar sadece. Uyuyana kadar geçmiyor, uyuyunca geçmiyor. Sonra biri "günler geçiyor" filan diyor. Birlikte oynadığımız çocuklar evleniyor ve bazıları garip biçimlerde ölüyor. Ondan sonra sıkıntı dönüşüveriyor.
Ben size söyleyeyim, o aşk acısı sandığınızdan da, heyecan dediğinizden de, köpekler gelince vuku bulan korku kıpırtılarından da... hepsinden bu robotlar sorumlu. "İç peksimeti robotu" diyoruz biz bunlara. Çaysız gitmiyor, çayla gitmiyorlar. Ya çok yağlı, ya da pek kuru oluyorlar. Yedikçe alışıyorsun fakat ısırıklarına.
Duramıyorum yerimde. Bir felaket bekliyorum, olsa rahatlayacağım. Gök delinse, ben rahatlayacağım. Delinmiyor, kalsın. Kalıyor. Bir yere gidemiyorum. Bu yüzden bir sürü yere gittim. Öyle de olmuyor.
Üzümü "gerçek gibi" natürmort tablodan alıyor gözlerini birden. Bana çeviriyor. "Hayatta en sevdiğin şey ne senin?" diyor. Biraz düşünüyorum. Sanki bu üstten bacaklı kahveye bunun için gelmişiz gibi, şaşırmıyorum. (yemek yapmak, hayır yemek. yok yapmak. film. filmler. bakmak. yukarı bakmak. sahne. tiyatro sahnesi. kovalamak. yolculuk. yürümek. bisiklet. hızlı sürmek. konuşmak. çocuklarla. orman çocuğu olmak. sormak. sorup dinlemek. pencereler. gitmek.) "Galiba gitmek" diyorum. "Yani öyle, gitmek işte" "Daha çok alışkanlığım olsaydı, onları bırakmak sonra da gitmek yeterince iyi gelirdi belki." "Trenlere binseydim, bir de o tenha sulardaki o eski teknelere atlasaydım. Kirli sulardaki... Daha iyi gelirdi belki."
Çok üzülüyoruz halime. Ne içtiysek yarım bırakıyoruz. Yetmiyor. Bir ben üzülüyorum. Sonra onun kulağına eğilip söylüyorum. O üzülüyor. Sonra yanındakine söylüyor. Tanımadığımız yanımızdakilere. Üzgünçlüğümüzden harfleri bırakıyoruz tek tek. Geriye kalıyor bir kırmızı karpuz. Peksimet yok, peynir var. Bir güzel yiyoruz üzgünçlüğümü. Kapının önüne oturuyoruz. Çaylar demliyoruz mütemadiyen. Gamzelerimiz de beliriyor.
Bir yaşlı kadına ihtiyacımız oluyor işte tam bu an. Üstünde vişne rengi, uzun kollu bir entari. Parmakları ve topuğunda benzer çatlaklar. Ellerinde kayısının, kirazın tatlı şerbeti. Beli hafif kambur. Omzu isli süt kokan, bir yaşlı kadına ihtiyacımız oluyor.
"Allahım çok şükür" desin diye.
Biz bunu demeye çok utanıyoruz.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

"Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir.”

Herman Hesse bunları dedi diye siz rahatladınız mı bilemem. Ben bazen rahatlıyorum. Çoğunlukla da mutsuzlanıyorum bilhassa hava yağmurluysa filan. (Mutsuzlanmak kelimesinin telifini tam burda alıyorum.) Kendisi bu resmi, böyle sözler etmeden önce mi yaptı, onu da bilmiyorum. Madem sistemden kaçamıyorduk; keşke anaokulunda arkadaşım olsaydı bu adam diyorum bazen. Ben o yaştan sonra caymıştım çünkü, ağaçları maviye boyamak hevesinden.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

pediatri

denizin ortasında duruyorduk. orta yerinde denizin. hava almaya çıkmışız bir de utanmadan. boğaz havası.

dün bir polis gördüm. caddenin orta yerinde. elinde silah vardı. korktum. bir çocuk büyümesi geldi aklıma. gün aşırı gördüğü bu silahlarla. yanmayan yerlerini karla kaplaması geldi. aklıma.

bir oyun izlemiştik geçtiğimiz sene. sahnenin önü kocaman cam kaplıydı. oyuncular japon balığına dönüşüyordu burdan bakınca. kulaklıklar vermişlerdi. müzedeymişiz sanki. içerinin dekoru çoğunlukla hastane odası. son oyunmuş. galiba ondan doluymuş. kapandı sonra tiyatro.

"kimi sevdin de böyle güzelleştin?" diye sordum kadına. bu kadın bu kadar güzel değildi. gözlerine uzun süre bakılmıyor artık. saçlarını atmazdı kulağının ardına. film artistleri gibi, atıyor şimdi. gülümsedi kadın. susuverdi. soru, cevaptan çok daha önemliydi.

yan bardan gelen müzik ruhumuzu aldı. hiçbir yere kımıldayamadık dakikalarca. "ne güzel" dedi. "hayat gerçekten varmış gibi."

bunu deniz söyledi.

"beşiktaş'a giderken kimse nazlanamaz."

bunu da bir başkası. söyledi.

"kavgalansak diyorum bazen, o yerden nasıl çıkıp da bir hışımla gideceğim ben. o uzay mekiği binaların arasından... arkaya baktığımda artık göremeyeceğim penceresinden."

bunu da ben kendime. söyledim.

26 Temmuz 2015 Pazar

bir kız var 19 yaşında. ismi sara.
bazen onu özlemekten bir nefesi tam alamıyorum. 

22 Temmuz 2015 Çarşamba

haaaay hak!

yatak başları beyaz demirden mavi odalar. daki. yorganlar. el dikimi.
hastane odasında uyanmak. sabahın. saat dör.dünde. yalnız. göz a.çıp. kapamak.
armut soyması. bir kadının. ıslak sonbahar.da. kış armudu. layıkıyla sert. bıçak. et bıçağına benz.emekte.
gözü.ne mi bakmal.ı yoksa uç.arı saçlarına mı. kadının. kara.r ver.ilemekte.
kanepeler.deki. sarı siyah izler. doğudaki evde. bir kedin.in de büyüdü.ğü. biraz kaşınmış bel.li. üs.tünde. pamuklan.mış. kedi değil eşya. elb.ette.
dereler.in taşları sayıklama.sı. çoktan. geçmiştir.
onu görünce.

bazen hepimizde biraz belirir, "e ankara'ya gitsem" isteği. hemen telaşlanmayın, göz göze gelince hissettiğimiz suç ortaklığı çoğunlukla bu yüzden.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

missile command

sanıyorum çarşambaydı. bir takım insanlarla tanıştım. bazıları yazıyorlardı. bazıları güzel yazıyorlardı, en azından bana öyle gelmesi iyi oluyordu. ölüm üzerine konuşuyordu biri. susturmuştuk. lafları toparlayamıyordu çünkü. bu tarafından benim gibiydi. niteliği yitiyordu sözlerinin. onu okuması daha güzeldi.
"ürperti" ne zaman "korkuya" dönüşür, bunun varoluşsal boyutu nedir... ama ölüm ordadır. peki ya körleşme?

adamı susturduk okuruz diye. yıldız koyduk sarıdan köşesine. sabah oldu. kadıköy'de puslu sıcak. sıkma portakal suyuna toz karışım atıyorsunuz bilmiyor muyuz? bilmiyor muyuz bazı mamüllerin hala 1 lira olmasındaki ataleti... neyse kadıköy de basıyor beni. hem yapışkan hem de küfrediyor henüz sesimiz dahi yükselmemişken. ve hatta gelmemişken göz göze bile.

vapura binmedim, köşelerini döndüm, kitapçıya girdim, iki kat çıktım, terasa varmadım, adamı aradım, okurum diye.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

kelağ

"içeri" aldılar onu.
önce sordular, biraz konuştu.
derin bir nefes aldı.
anında gözlerini diktiler bittabi.
e bir durdu.
ve dedi ki, "yahu ne güzelmiş buranın akustiği."

5 Temmuz 2015 Pazar

yolun arkasındaki aşı boyalı evede, birbirlerini intihardan korumak için iki kişi olarak yaşıyorlardı. "saçlarım filan az gibi, ne bileyim" diyordu bazen kadın. bazen banyoya girmeden önce garip kokulu yağlardan sürüyordu saç diplerine. adam maça bakmıyordu hayır. ava giden birisi gibi görmek istiyordu kendini dışardan bakanların gözüyle. bunun için biraz uğraşmak gerekiyordu. şapkasını ve ayakkabılarını çok seviyordu. müzik dinliyorlardı bazen ikisi birden. bazen keman çalıyordu evde. evin her neresi ahşapsa, orası çıtırdıyordu. duymuyorlardı. paraları azalıyordu bazen. o zaman içki içmiyorlardı, dert etmiyorlardı. kesici aletleri kaldırmamış, çatıya çıkan yolu kapatmamış, haber kanallarını televizyondan silmemiş, elektrikli cihazları çekmecelere koymamışlardı. iki kişi olarak birbirlerini intihardan korumak için yaşıyorlardı. bahçeye. çıkmıyorlardı.


22 Haziran 2015 Pazartesi

"seviniyorsun ateşi çaldın"

küçük bir dönme dolabın da olduğu bir parktaydık. park geçen yazdan kalmış gibiydi, bizse o sırada bu yılın ekim ayını yaşamaktaydık. bu anlattığımla ne demek istediğimi bir tek ailelerinin memurluk yaptığı binaların bahçesinde şöyle bir dolaşanlar anlar. böyle yerlerdeki su birikintilerinin yahut minik süs havuzlarının üzerine haddinden fazla çöken yapraklar ve özellikle yapraksız ince dallar, bazen de sinir bozan, mavisi solmuş ambalaj kağıtları gezinir. burda da öyleydi. sular sarıya çalıyordu. bu ekşimsi sarıdan o an yaşadığımız zaman dışında hiçbir yerde bulunmuyordu.

yanıma 10 yaşlarında bir çocuk eğilip bir takım sözler etti. (bu biçim yerlerde beş eksiği ve fazlasıyla peyda olan böyle çocuklar için şaşırma refleksini kullanmak yasaklanmıştır.) dinledim sözlerini. rüya göremediğinden bahsediyordu. o an suya batan yaprak çöpüne dolanmış örümcek ağını fark ettim. çocuk anlatmaya devam ediyordu. birden rüyalarına geçiş yaptı. ağdaki sinekleri gördüm bu sefer. öldüklerini idrak etmeyecek kadar küçüklerdi. çok sevdiği arabasının içini açtığını, ne var ne yok diye baktığını, hem şaşırıp hem sevindiğini, ama sonra parçaları toparlayamadığını anlattı. çenesini koyduğu omzum acımaya başladı. derin bir nefesle kurtulmaya çalışırken havadaki yoğun nemi soludum bu sefer de. içim kamaşıyordu, bayılacağımı zannettim. çocuk anlatmaya devam etti. aramızda beliren istemsiz bir sevginin varlığını duyumsadım. sanıyorum o da farkındaydı. bir an susup başını sakince kaldırdı. böyle kulaktan kulağa oynar gibi anlatanlar göz göze gelmektense, çok acele konuşmayı yeğler. o da aslına uygun hareket ediyordu. birkaç sözünü seçemedim bile. dönme dolabı çevreleyen mavi karoda karıncaların istila ettiği kozalaklara takıldı gözüm. bacağındaki yaraları saymaya başladı birden çocuk. hepsi uzaktan mürdüm eriği kokuyordu ve kavlatacak aşamayı çoktan geçmişlerdi. dilimiz kamaştı. ikimiz birden aynı kişi oluyorduk zaman geçtikçe. benim zaman kavramım yitti mesela birden. mevsim döndü sanki ama. çocuğun amerikan tıraşı yanağıma dokundu. susam sokağı'ndan öğrendiklerim yüzünden televizyona garip bir minnet beslediğimden söz açtım. aynılığımızın büyüsüne saygıyla sustum sonra. uzuncadır şöyle aklımı oyalayıp günümü yarılayacak bir rüya göremediğimi söyledim hemen. (yalan olmadıkça aks atlamak meşruydu) ardından rüyalarımı anlatmaya başladım. ah açtım koşturan bir merakla dedim, pandoranın kutusunu...
Çevreme kaygılı gözlerle baktım, şimdiden başka bir şey yoktu. Şimdilerin içinde kabuk bağlamış, hafif ve sağlam mobilyalar; bir masa, bir yatak, bir aynalı dolap ve ben. Şimdinin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. 

Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde varoluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım. Ama benim alanımın dışına kaçmış olduğuna inanmamıştım.

Benim gözümde geçmiş; bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay, kendi kendine bir kuruntunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu.

Hiçliği düşünmek bu kadar zordur işte. Ama şimdi anladım, eşyanın, görünüşünü aşan bir varlığı yok. Onların ardında... hiçbir şey yok.
Bulantı, Jean-Paul Sartre
Edvard Munch. Rue de Rivoli, 1891.


zinhar

omzumun hizasında biraz dur yeter ki; ben sana sonunu merak edeceğin hikayeler de anlatırım.

19 Haziran 2015 Cuma

kamikaze

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ben söze böyle başlayınca 55'lerimde seyrediyorum. Aceleyle aklımı kovalamaktan vazgeçtiğim o küçük anlarda bazen tarifsiz bir huzur hasıl oluyor. Metroda, vapurda filan insanları seyrediyorum. Ufak ayrıntılara, sözlere takılıp kalıyorum; içimi açıyor. Zaman bir anda ağırçekim işliyor. Sanki sol kanattan Fazlı gole gidiyor, tüm ayrıntısını bir daha izliyor, yeniden seviniyorum. Bisikletle geçerken çuhaları seren aile, ben dönerken yakar top oynamaya durmuş oluyor. Hayatın kurgusuna sırıtıyorum.

Sonra, akşam vakitlerinde çıkıp oturduğum iskemlenin etrafını köpekler sarıyor. Rahatsız ediyorlar. Sadece beni olur mu canım? Herkesi.

Şimdi bu köpekler eğer gerçekten isteseler, bir çırpıda parçalarlar bizi ve ne kadar çelme taksak da kurtulamayız salyalarından. Ama gel gör ki; istemiyorlar. Biz de önce onlara dilimizin döndürdüğü kelimeler dahilinde bağırıp çağırıp sonra garsona söyleniyoruz: "Alsanıza bunları burdan, aaa yeter ama!" İşte bu an, tostun ılıma süresinde geçirilecek en vasıflı zaman dilimlerinden sayılıyor.

Evet patron elbette biziz fakat güçsüzlükten de ölüyoruz. 20'lik dişlerimiz bile artık çıkmaya tenezzül etmiyor. Ayakta kalmak için multivitaminler, çimlere basmak için yumuşak tabanlı ayakkabılar gerekiyor. Kendimize üzülmek ne mümkün; bir "ah" demeyi dahi çok görüyoruz. Köpekler yese bizi ömürleri bile uzar, abur cuburu fazla kaçırdıysak öldüklerinde bir süre çürümez kalırlar hatta, içimizdeki katkı maddeleriyle.

Yahu aslında ben bunları yazmayacaktım. "Felsefenin parlayan sorusu: Peki şimdi ne yapacağım? oldu." diyerek ahkam kesecek, bunlardan bahsedecektim. Camus görse hasetinden çatlar, artık "Neden intihar etmediğimiz" gizemine göz ucuyla bile bakmıyoruz diye... Böyle şeyler diyecektim mesela.

Sonra birden aklıma geldi. Ne yazarsam yazayım şu hayatta; onu Dostoyevski'nin okuma ihtimali söz konusu değil. Hadi onu geçtim, "Sevgili Aşık Veysel, gel ben de sana bir türkü söyleyeyim" desem, iki yakamızı bir çırpıda yakamayız. (Burda aşka gelip gidişattan şöyle kurtulunabilir: "Ulan Kazancı Bedih bile öldü be. Hem de zehirlendi öyle gitti. Beş parasızdı lan...")

Ah n'apalım, soba borularına çorap asmaya yarayacak demirlerden biraz daha üretelim bari. Kendimize acımaktan utanmayalım. Dondurmayı tek top alınca da yarımşardan iki çeşit koyabilirler mi, bunları da soralım. Har vuralım ciğerimize doğru. "Bir insanın sadece gerçeklerle yetinmesini aklım almıyor" sözünü eden o adama ne oldu söylesenize! Diyelim çağrı merkezini arayınca.

Çay koyalım çay. Çay koyalım da geçsin.




Bu arada ben buraya "Biliyorum sevgilim,
ben hafızama körleşip seni sevsem bile rüzgar karambole eser,
biz saçımızı düzeltirken kirazlara kargalar çömer." Dersem,  hepsi bir aşk metni haline gelir mi?

13 Haziran 2015 Cumartesi

7.62x39

"Biliyorum" diyor.

Biz milyarlarca çay içmişiz, bardakları kırmışız, masa örtülerini dolamışız belimize, elimizde tahta kılıçlarımız. Çay bahçesindeyiz evet ama halimizi görseler koca kolezyumun ortasında bitmişiz gibi; birimizi Murmillo diğerimizi Thraex sınıfından sanır. Sınıfın bir ikimiz farkındayız aslında: 11 TM/A

"Biliyorum" diyor. "Böyle olmayacak."

Ben karşı geliyorum: "Nasıl olmayacak, tabi ki olacak. Bunalıma girdiysek çıkarız. Hikayeleri çözeriz. Kafamız yerinde, toparlarız. Bi çaresini buluruz."
Bir de ahkam kesiyorum pervasızca, düne iliklenmiş yarım aklımı, aya roket yollar gibi; tekmil savuruyorum.

Ama o değil ki, asıl mesele. Hem.

Ben bunları diyorum da; inanmıyorum gerçekten. Öyle minik kıvılcımlar halinde geliyor o güç bana, hop! Gidiyor sonra. Onun, doğumgününde boynunu eğişini hatırlıyorum sakince. Üzülüşünü yirmibeşine geldi diye... Arjantin bardaklar beliriyor ardından. Bundan on yıl evvel gece 12'yi vurunca balkonun altına kurduğu mumdan kaleler dünyası geliyor sonra birden aklıma. Akabinde anlıyorum o film şeridi dedikleri şeyin ne olduğunu. Zaman makinesi ile ortak çalışırmış ve ne gevezeymiş meğer.

Ah ben kendimi öyle afilli kandırıyorum, lafları evirip süsleyip buna şaşkınlıkla inanıyorum. Ama o yemiyor, başını sallıyor, çayını içiyor.

Ulan bizim demini alsın diye beklediğimiz tüm çaylar Vilayet Aile Çay Bahçesi'nde kaldı. Yanındaki fındıklı topkekle okulun kantininde kaldı. Genç kızların tahayyülünde bile bulunmayan fatih ekspresindeki restoran vagonunda; gece 3 sularında göz mahmuru baktığımız mola yerlerinde, şehirdeki sinemanın koca avlusunda, akşam 10'dan sonra pırpırlanan sokak lambalarının altında, sahuru iftardan beklerken uyuduğumuz taş balkonlarda, rakı içmenin adabının o garip muhabbetini kesen tekelde kaldı.

"Biliyorum, böyle olmayacak." Her şey akıp gidiyor, bir katı hüzün kalıyor. "böyleliğimiz"in nihayi kırıntısını masaya konan serçeler bile tenezül edip yemiyor.

Yıllar geçiyor... Ulan geçmiyor yıllar. Bir ben ölüyorum, (şimdi "bir de o" demem gerekiyor.) Ben ölürken kendime bile çaktırmıyorum öldüğümü. Kendi cenazeme astronot kontenjanından katılıyorum, locayı veriyorlar, viskim geliyor önüme, havada parende atıyor yudumlar. Herkes öyle yiyip içtiğime inanıyor. Çünkü astronotluk bunu gerektiriyor. Ben o yudumları yakalamaya uğraşırken kendi cenazemi kaçırıyorum. Çiçeklere boğuluyorum aniden. Islak toprak zihnimi açıyor. Bir gülüp on hıçkırıyorum. Diyorum ki, "Ave Caesar! Morituri Salutamus" Bunu da aslında her şey olup bitmeden söylemem gerekiyor. Yine zamanlamayı yanlış yapıyorum.

Elimizdeki kılıçları havada savururken seyircilerden biri meydana ateş açıyor. "Sene MÖ 257, nerden çıktı bu AK-47" de demiyor kimse. Yere yığılmayı tercih ediyoruz. Fakat o yığılırken şekilli bir de reverans yapıyor. Ulan diyorum bunu da benim yapmam lazımdı. Nolur bu dünya dediğiniz kadar küçük olsun. Diyorum ki sonra, yahu olmasın. Boğanın ordaki otobüs durağı yapışıyor aklıma. Şimdi de bu gitmiyor. Gidicem diyorum buralardan. Çok fena gaza geliyorum. Bir yandan da acayip bir vole bekliyorum bilhassa rüyalarımda.

E bunlar olurken şehirler, ülkeler filan değişiyor, kolezyum devasa bir boks ringine dönüşüyor mesela. Kroşeleri çiğnemeden yutarken gözümü köşedeki havlulardan alamıyorum. Birkaç saniyede fark ediyorum uçlarında minik oyaların belirdiğini. Bazı şeyler hiç geçmiyor.

Ah, görüyorum sokakta, başımı çeviriyorum...

Güzellerden seçip bir fotoğraf albümü yapayım istiyorum şöyle 10x15. Omzumda kalan bu oyukla nasıl baş edeceğimi çözemiyorum fakat, sırıtıyor utanmadan gözüme gözüme 7.62x39

sevgili okuyucu, daha fazla kahrolmak isterseniz buyrunuz.

28 Mayıs 2015 Perşembe

mavi

Bazı şeyleri geri çağırmanın yöntemi çok basittir. İnce bir hırka giyerseniz gömleğinizin üzerine mesela; çocukluğunuz çıkagelir.



23 Mayıs 2015 Cumartesi

Goblin

"Galata Kulesi'nin ışıklarını değiştirdiler" dedi. "Evet evet hala turuncu ama biraz da sarı şimdi, çok daha güzel" diye cevapladı bir de.
Biz milyonlarca balık sırtı öteden bakıyorduk kuleye. Rüzgarımızı önce yokuşlara sürüp sonra peşinden koşuyorduk. Dönüyorduk denizin kıyısına tekrar. Ay yükselmiş, kule yerinde. Onun içi rahatlıyordu. Vapurlardan artık korkuyordu. Korkularını çocuk korkuları gibi söylüyordu sadecik. Böyle olunca garip bir şefkat ve saygı duyuyordum. "Binmezsin bir süre vapurlara" diyordum.
Bunun ardından o, uçaklardan da korkuyordu; dolmuşlardan bir de...
Ben bu adamı ne zaman unutacak olsam, o balıkları aşıp yanımda biter ve ilk olarak der ki, "Hadi pizza yemeye gidelim."

21 Mayıs 2015 Perşembe

uyumaya uzandığımızda ahşap tavanı görürdük sobanın hafif turuncu ışığında. ahşap tavan çıkıntılıydı ve biliyorduk evde fareler de yaşardı. nem kokardı oda, biraz da naftalin. bayram günleri pudra biraz. biraz da salondaki sobanın ocağında pişen kol böreği sızardı kapılar açılınca. dışarı da çıkardık. bakınca evi hala görebildiğimiz kadarı ekşi kayısı kokardı hep, sonra şehir başlardı. şehirde bir kırmızı salıncak vardı.
bisikletim bahçede kaldı.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Araf Nistakvit

Biliyor musun, ben berberlik yaptım uzun yıllar. Hispinye’nin Pogto köyünde. Kendim de oralıyım aslen. Köy küçük ama namım almış yürümüştü. Bayram tıraşı için civar köylerden gelirlerdi, dükkan gece boyu açık. Bayramlık gömleği neyin arifeden koyardım dükkana. Kız çocuklarının saçlarını da keserdim. Az bekletmedim anaları kapı önünde.
“Çıtkırıldım Berber”


Salatayı da şahane yaparım. Bence ikisinin gidiş yolu aynı. Neyse canım. Sonra babam vefat etti toprağı bol olsun. Yemeyip içmeyip o kadar parayı nerde saklamış bilmiyorum. Yemediği gibi yedirmedi de sağ olsun rahmetli. Böyle de deyince şey kaçıyor evet.


E bana acayip para kaldı tabii. O zaman 32 yaşındayım. Köprüden önce son çıkış yani. Evlenip ayrılmıştım, çocuğum yoktu. Karım gidip kepçe kulaklı Hanropi’ye vuruldu açık söyleyeyim. Babamın ölümünden birkaç ay önceydi. Yok, karıma öyle aşık da değilim. Evlen demişler evlenmişiz, o yemeklere tuzu boca etmekten vazgeçmemiş...

Hanropi bakkal. Evde önce tuz bitiyor, şeker bitiyor sonra peynir, yağ... Bizimki koşa koşa bakkala gidiyor. E keriz değiliz anladık herhalde. Düşündüm, sustum uzunca. Köy yerinde olacak iş değildi tabii. Kaçtılar. Bir nevi Aşık Veysel hikayesi. Hayır, ben para koymadım ayakkabısına, ama dedim ya; sustum daha ne yapsaydım.

Ah ne diyordum, hıı babamdan yüklü miktar kaldı. O zamanlar saçlarım da dökülmeye başlamıştı ufak ufak, e işimden soğudum. Elime makas alınca bir ürperti geliyordu. Namım itin kuyruğuna teneke olmaya başlamış zaten. Dedim ki, “Oğlum Nistakvit, eğer yer değiştireceksen bundan iyi zamanlama olamaz. Sana kaderin afili bir düellosu bu. Şimdi gittin gittin, yoksa çocuklar bu köyde babalarının adını öğrenmeden senin ismini ezberleyecek, oturacaksın dükkan önü iskemlelerinde, millet sana içinden vah vah edip, dışından demli çaylar ısmarlayacak. Alyuvarlarını ezbere bildiğin şu köyde; kafası kel, dışı beş vakit namazlı, içi alkolik bir zavallı olarak ve dürümcü Kofru’yu zengin ederek öleceksin." Kısacık konuşabilsem bunları söylemek yerine derdim ki;  bazen bir yerden gitmeye gücün yoksa, orada rezil olmayı beklemen gerekir.

Nereye gideceğimi fazla düşünmedim. Çünkü yolum çoktan kedi merdivenleriyle çizilmişti.

Küçüklükten bir yeteneğim var benim. 3 yaşında Samarincayı anadilimden iyi konuşmaya başladım. Tanrı’ın bir lütfu. 5 yaşına kadar kimse ne olduğunu anlamadı. İçime cin girdi sananlar ve veli olduğumu düşünenler arasında parende attım. Beşinci yaş günümde dünyayı bisikletle dolaşan bir adam köye geldi. Dondurma külahlarına koyulan işlenmiş şekere dikkat çekmek için geziyormuş. Adam Samarandı. O zaman anladık işte nece konuştuğumu. Ömrümde görmemişim, adını duymamışım, Samarinya dediğin dünyanın öbür ucu. Ama hep merak ettim. Yani böyle huyum suyum oradan geliyormuş sanki. Hep bir yabancı gibi hissettim. Muhabbet etmeye de kimseyi bulamıyorum. Neyse kahveci Muhgeti’ye bir kaç kelime öğretmiştim, Samarinca çay tost filan istiyordum arada. Öyle içimde bir koparılmışlık, yaşamaya çalışıyordum yarım yamalak.

Babamın 40’ında, pılımı pırtımı topladım 20 kilo, kimseye de bir şey söylemedim. Hop! İlk uçakla ver elini Zekpeş-Samarinya!

Bir süre aylaklıkla geçti, etrafı kolaçan ettim. Sonra ne iş yapacağımı buldum. Aklımın gereğinden fazla çalıştığı bir günde, evrensel olduğu gibi sadece bana ait bir işte karar kıldım: “Tabut tasarımcılığı” Bu öyle mezar taşı yapmak gibi basit bir iş değil. Açıklayayım:

İnsanların ölümlerinden sonraki yolculuklarını, ya da “sonsuz istirahatlerini” istedikleri gibi geçirmesi için tasarımlar yapmaya başladım. Ünlü bir iç mimarlarla anlaşıp tabutların içinde şahaneler yarattım. Önceleri işler kötüydü, ta ki Zekpeş sosyete alemi bizi keşfedene kadar. Evet belki diğer dünyaya bir şey götüremeyeceksin ama; neden yol boyunca zevkten dört köşe olmayıp, dilediğince zaman geçirmeyesin değil mi?

Böcek istilasını engelleyen ithal parfümlü tabutlar, metrekare hesaplı, eşyalı ferah tabutlar, kadınları olduğundan ince gösteren özel tasarım tabutlar, gün ışığına endeksli müzik yayını yapan tabutlar, kapak içine canlı maç yayını yansıyan tabutlar, sırt ağrısını engelleyen ortopedik tabutlar, en sevdiğiniz mevsimi yaşatan klimatik tabutlar...

Dedik ki: “Öldükten sonra başkalarının sizin için karar vermesine izin vermeyin, size en uygun ‘sonsuz uyku evi’ ni şimdi seçin, eşsiz bir yol deneyimi yaşayın.”

Tabutların her biri özgündü, küçük işlemeler kondurup fark yaratıyorduk, böylece komşularla pişti olma durumunu da ilelebet ortadan kaldırdık. İşler şahane gidiyordu. Evini barkını bırakıp geceleri tabutunda uyumak için bile aramaya başlamıştı insanlar. Hayata kendince doymuş Samaranları ecel gününün hayaliyle yaşatmaya başlamış, bir nevi yeni umut kapısı olmuştuk.

Sonra bir gün annesiyle bir çocuk geldi 9 yaşlarında. Çocuk diyabet hastası, çok da kilolu. İnsülin direnci yüksekmiş, ilaçlar pek fayda etmiyor. Bir yandan da ölümcül bir diyet yaptırıyorlar. Bizi duymuş, ısrarla gelmek istemiş. Ne söylediysek vazgeçiremedik, “Ne zaman öleceğim belli olmaz, içi çikolata şeker kaplı tabut istiyorum” diyor bir yandan da ağlıyor. “Tamam” dedik, "yapacağız."

Ülkenin en ünlü pasta ustasıyla anlaştım. Tabutun yapımı tam iki ay sürdü. En kaliteli malzemelerden uzun süre dayanacak pastalar, şekerlemelerle kapladık. Çizgi film kahramanları, oyuncak arabalarla donattık. Öyle bir tabuttu ki, Hansel ve Gretel görse hasedinden dörde bölünür. Şekerlemeleri haftada  bir tazelememiz için de ek ücret aldık annesinden.

Tabutu bitirdik ama Akseft’i vazgeçiremiyoruz. Çocuk gün aşırı gelip ağzının suları akarak saatlerce tabutuna bakıyordu.

Sonra ne oldu dersin? On gün geçmeden Akseft, pastaları yiyebilmek için intihar etti. Beş litre Coca Cola’yı bir kovaya doldurup başını sokmak suretiyle hem de. Çocuğu istediği dünyaya kavuşturduk ama; benim işe dair bir isteğim kalmadı. Üzüldüm tabii fakat ondan da değil; bundan daha öte bir tasarım yapamazdık artık. Yani, saçı için röfle yenileyici tabutlar isteyen kadınlar yeniden gelmeye başlayınca sıkıldığımı fark ettim. Jübilemi “pastabut” ile yapıp çekilmek en doğrusuydu. 

İşte ardından kendimi burada, bu köprüde buldum. Nasıl geldiğimi henüz çözmüş değilim ama; işler iyi çok şükür. Özellikle böyle felaket zamanlarında yoğunluk fazla oluyor. Baya kar ediyorum. Bak kaç saattir konuşuyoruz sana sıra gelmedi henüz. Gördüğün gibi sadece yaya trafiği var, rahatım. Zaten can kaybı diye bir korkumuz yok artık. Orda "Sırat" diyorduk ya; e burda bir tane köprü olduğundan sadece köprü deyince biliyor herkes. Aklında olsun, ortamlarda yabancılamasınlar.

Bir tane daha limonata iç istersen. Ne tarafa gideceğin belli olmaz, belki sonra bulamazsın. 
Bu arada zihin açtığını da söylüyorlar. Şubat'ta bir genç, tam sınırdan Cennet kapısını aralamış. Etkisi oldu mu bilmem tabi ama; öncesinde üç limonata içmişti. Birkaç gün sonra anneannesi öldüğünde, Konstinya'dan benim için bir kutu günkurusuyla geldi teşekkür için. E seviniyor insan.

Neyse, hadi sen biraz hatırlamaya çalış, ben arkalara doğru ilerliyorum. Allah zihin açıklığı versin. Hoşçakal güzel kardeşim.

    Pieter Bruegel: İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara


Pieter Brueghel: İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara


24 Nisan 2015 Cuma

damar yolu açtılar küçük ellerinin üzerine.
bekledik sonra.
uyudu biraz.
ve petibör bisküvi yedi mecburen öğle yemeğinde.


18 Nisan 2015 Cumartesi

sinameki

umulmadık kazada ölen birinin ardından onu gerçekten seven iki kişinin nazikçe toplayışı gibi evi. öpüp uykuya yatırır gibi ateşi yeni düşmüş çocuğunu. kitapları kutulamak, gidenin ince fularını bir kenara ayırmak, öyle.

kurt gibi açlığına rağmen önündeki yemeğin her bir malzemesini, ne olup nereden geldiklerini düşünüp; acizliğe karışan o garip haz ile şükrünü buhara karıştırıp tadını almak gibi. uzaktan izleyip her anını ezberlediğin o kadını yamacında bulmak gibi sessizce. tabaktan yayılan kokuları içine çekmek, ilk lokmanın kıymetine usulca varmak, öyle.

yaşamak dediğin bu anlara evrilmeli. hayati tehlikede hissetmedikçe kendilerini, böyle delice koşuşturmaz hayvanlar.

8 Nisan 2015 Çarşamba

inglişbırekfasti

"çay yapamayacak kadar tedirginim" dedi kadın.
"ben sana gülmem, tanrım beni baştan yaratsa biliyorum, bir daha sayar günleri" dedi adam.

nereye gitsem bıraktığım yeri arıyorum. sadece oturup kalmak istiyorum son kalktığım sandalyede. bir yere varamam artık. körebe oynar gibi, kulaktan kulağa söyler gibi. utanıyorum halimden. diyemiyorum duyamadım ki, hadi bir daha söyleyin diye. onlar yeni şeyler alıyorlar üstlerine. yeni şeylere gülüyorlar. gülmek için bir şeyler arıyorlar. her travmadan yeni bir öpücük doğuruyorlar. ben de gülüyorum onlar güldü diye. bakıp öyle. gözümdeki kumaşı biraz. sıyırıp. öyle. ce.

çimler biçildiğinde duyduğum kokudan az daha okul başlayacak sanıyorum. "iç kesimlerde kar yağışı bekleniyor" demesi lazım televizyonun şimdi. utanıyorum.

bir fotoğrafçı gibiyim tenhalarda. ama beni de alıp kaldırmışlar sanki raflara. yakalaması zor bir picasso'yu kolundan tutup da çekmişim -bittabi siyah beyaz- sonra daha banyo etmeden filmi, çerçevelenmişim bir rakı sofrasının kenarına. yüzüm gözüm haydari.

ah n'apsam, sağlıklı bir çevre için canımı dişime mi takıp çalışsam artık? kağıt havlulara mı sarınsam banyo sonrası dönüşürken aloeveraya? "onu uyumadan önce yaparız" diyor adam. yediye kadar sayabiliriz. tanrım bizi affeder, toprağa dökülen şekersiz çaylar ilk damlalarda israf sayılmaz.

önce masalara yasladım kolumu. "benim" der gibi olsun diye, biraz rahat gibi. görünsün diye. aslında sadece, görünsün diye yaptım hepsini. sonra duramadım daha fazla. omzum ağrıdı da çünkü. biraz. dirseklerim.



Picasso, Hombre en Azul (1902)


9 Mart 2015 Pazartesi

"ihsan oktay anar yeni kitap yazarsa kitapçıdan almak için türkiye'ye gelebilirim" dedi kadı rüyasında. "uyu" dedi müsebbibi.

25 Şubat 2015 Çarşamba

yeni ayakkabılar alınca evin içinde saatlerce onlarla dolaşan çocuklar yaşıyor hala. balık pişirdiklerinde çok sevinip müthiş bir zevk ve iştahla yiyorlar. sanırsınız ki dışardaki fırtınaya göz ucuyla bile bakmıyorlar. salataya mısır ekleyince de seviniyorlar biliyorum. sevdikleri bir şarkı çıkınca radyoda, oldukları yerde dans etmeye başlıyorlar. yetmiyor, ayaklanıyorlar. yeni ayakkabılarıyla evet. çocuklar italyan.

18 Ocak 2015 Pazar

köprülerde fotoğraf çektirdik.
akvaryumdayız.
ölü balıkları.
nereye yollayacağız?