7 Mayıs 2015 Perşembe

Araf Nistakvit

Biliyor musun, ben berberlik yaptım uzun yıllar. Hispinye’nin Pogto köyünde. Kendim de oralıyım aslen. Köy küçük ama namım almış yürümüştü. Bayram tıraşı için civar köylerden gelirlerdi, dükkan gece boyu açık. Bayramlık gömleği neyin arifeden koyardım dükkana. Kız çocuklarının saçlarını da keserdim. Az bekletmedim anaları kapı önünde.
“Çıtkırıldım Berber”


Salatayı da şahane yaparım. Bence ikisinin gidiş yolu aynı. Neyse canım. Sonra babam vefat etti toprağı bol olsun. Yemeyip içmeyip o kadar parayı nerde saklamış bilmiyorum. Yemediği gibi yedirmedi de sağ olsun rahmetli. Böyle de deyince şey kaçıyor evet.


E bana acayip para kaldı tabii. O zaman 32 yaşındayım. Köprüden önce son çıkış yani. Evlenip ayrılmıştım, çocuğum yoktu. Karım gidip kepçe kulaklı Hanropi’ye vuruldu açık söyleyeyim. Babamın ölümünden birkaç ay önceydi. Yok, karıma öyle aşık da değilim. Evlen demişler evlenmişiz, o yemeklere tuzu boca etmekten vazgeçmemiş...

Hanropi bakkal. Evde önce tuz bitiyor, şeker bitiyor sonra peynir, yağ... Bizimki koşa koşa bakkala gidiyor. E keriz değiliz anladık herhalde. Düşündüm, sustum uzunca. Köy yerinde olacak iş değildi tabii. Kaçtılar. Bir nevi Aşık Veysel hikayesi. Hayır, ben para koymadım ayakkabısına, ama dedim ya; sustum daha ne yapsaydım.

Ah ne diyordum, hıı babamdan yüklü miktar kaldı. O zamanlar saçlarım da dökülmeye başlamıştı ufak ufak, e işimden soğudum. Elime makas alınca bir ürperti geliyordu. Namım itin kuyruğuna teneke olmaya başlamış zaten. Dedim ki, “Oğlum Nistakvit, eğer yer değiştireceksen bundan iyi zamanlama olamaz. Sana kaderin afili bir düellosu bu. Şimdi gittin gittin, yoksa çocuklar bu köyde babalarının adını öğrenmeden senin ismini ezberleyecek, oturacaksın dükkan önü iskemlelerinde, millet sana içinden vah vah edip, dışından demli çaylar ısmarlayacak. Alyuvarlarını ezbere bildiğin şu köyde; kafası kel, dışı beş vakit namazlı, içi alkolik bir zavallı olarak ve dürümcü Kofru’yu zengin ederek öleceksin." Kısacık konuşabilsem bunları söylemek yerine derdim ki;  bazen bir yerden gitmeye gücün yoksa, orada rezil olmayı beklemen gerekir.

Nereye gideceğimi fazla düşünmedim. Çünkü yolum çoktan kedi merdivenleriyle çizilmişti.

Küçüklükten bir yeteneğim var benim. 3 yaşında Samarincayı anadilimden iyi konuşmaya başladım. Tanrı’ın bir lütfu. 5 yaşına kadar kimse ne olduğunu anlamadı. İçime cin girdi sananlar ve veli olduğumu düşünenler arasında parende attım. Beşinci yaş günümde dünyayı bisikletle dolaşan bir adam köye geldi. Dondurma külahlarına koyulan işlenmiş şekere dikkat çekmek için geziyormuş. Adam Samarandı. O zaman anladık işte nece konuştuğumu. Ömrümde görmemişim, adını duymamışım, Samarinya dediğin dünyanın öbür ucu. Ama hep merak ettim. Yani böyle huyum suyum oradan geliyormuş sanki. Hep bir yabancı gibi hissettim. Muhabbet etmeye de kimseyi bulamıyorum. Neyse kahveci Muhgeti’ye bir kaç kelime öğretmiştim, Samarinca çay tost filan istiyordum arada. Öyle içimde bir koparılmışlık, yaşamaya çalışıyordum yarım yamalak.

Babamın 40’ında, pılımı pırtımı topladım 20 kilo, kimseye de bir şey söylemedim. Hop! İlk uçakla ver elini Zekpeş-Samarinya!

Bir süre aylaklıkla geçti, etrafı kolaçan ettim. Sonra ne iş yapacağımı buldum. Aklımın gereğinden fazla çalıştığı bir günde, evrensel olduğu gibi sadece bana ait bir işte karar kıldım: “Tabut tasarımcılığı” Bu öyle mezar taşı yapmak gibi basit bir iş değil. Açıklayayım:

İnsanların ölümlerinden sonraki yolculuklarını, ya da “sonsuz istirahatlerini” istedikleri gibi geçirmesi için tasarımlar yapmaya başladım. Ünlü bir iç mimarlarla anlaşıp tabutların içinde şahaneler yarattım. Önceleri işler kötüydü, ta ki Zekpeş sosyete alemi bizi keşfedene kadar. Evet belki diğer dünyaya bir şey götüremeyeceksin ama; neden yol boyunca zevkten dört köşe olmayıp, dilediğince zaman geçirmeyesin değil mi?

Böcek istilasını engelleyen ithal parfümlü tabutlar, metrekare hesaplı, eşyalı ferah tabutlar, kadınları olduğundan ince gösteren özel tasarım tabutlar, gün ışığına endeksli müzik yayını yapan tabutlar, kapak içine canlı maç yayını yansıyan tabutlar, sırt ağrısını engelleyen ortopedik tabutlar, en sevdiğiniz mevsimi yaşatan klimatik tabutlar...

Dedik ki: “Öldükten sonra başkalarının sizin için karar vermesine izin vermeyin, size en uygun ‘sonsuz uyku evi’ ni şimdi seçin, eşsiz bir yol deneyimi yaşayın.”

Tabutların her biri özgündü, küçük işlemeler kondurup fark yaratıyorduk, böylece komşularla pişti olma durumunu da ilelebet ortadan kaldırdık. İşler şahane gidiyordu. Evini barkını bırakıp geceleri tabutunda uyumak için bile aramaya başlamıştı insanlar. Hayata kendince doymuş Samaranları ecel gününün hayaliyle yaşatmaya başlamış, bir nevi yeni umut kapısı olmuştuk.

Sonra bir gün annesiyle bir çocuk geldi 9 yaşlarında. Çocuk diyabet hastası, çok da kilolu. İnsülin direnci yüksekmiş, ilaçlar pek fayda etmiyor. Bir yandan da ölümcül bir diyet yaptırıyorlar. Bizi duymuş, ısrarla gelmek istemiş. Ne söylediysek vazgeçiremedik, “Ne zaman öleceğim belli olmaz, içi çikolata şeker kaplı tabut istiyorum” diyor bir yandan da ağlıyor. “Tamam” dedik, "yapacağız."

Ülkenin en ünlü pasta ustasıyla anlaştım. Tabutun yapımı tam iki ay sürdü. En kaliteli malzemelerden uzun süre dayanacak pastalar, şekerlemelerle kapladık. Çizgi film kahramanları, oyuncak arabalarla donattık. Öyle bir tabuttu ki, Hansel ve Gretel görse hasedinden dörde bölünür. Şekerlemeleri haftada  bir tazelememiz için de ek ücret aldık annesinden.

Tabutu bitirdik ama Akseft’i vazgeçiremiyoruz. Çocuk gün aşırı gelip ağzının suları akarak saatlerce tabutuna bakıyordu.

Sonra ne oldu dersin? On gün geçmeden Akseft, pastaları yiyebilmek için intihar etti. Beş litre Coca Cola’yı bir kovaya doldurup başını sokmak suretiyle hem de. Çocuğu istediği dünyaya kavuşturduk ama; benim işe dair bir isteğim kalmadı. Üzüldüm tabii fakat ondan da değil; bundan daha öte bir tasarım yapamazdık artık. Yani, saçı için röfle yenileyici tabutlar isteyen kadınlar yeniden gelmeye başlayınca sıkıldığımı fark ettim. Jübilemi “pastabut” ile yapıp çekilmek en doğrusuydu. 

İşte ardından kendimi burada, bu köprüde buldum. Nasıl geldiğimi henüz çözmüş değilim ama; işler iyi çok şükür. Özellikle böyle felaket zamanlarında yoğunluk fazla oluyor. Baya kar ediyorum. Bak kaç saattir konuşuyoruz sana sıra gelmedi henüz. Gördüğün gibi sadece yaya trafiği var, rahatım. Zaten can kaybı diye bir korkumuz yok artık. Orda "Sırat" diyorduk ya; e burda bir tane köprü olduğundan sadece köprü deyince biliyor herkes. Aklında olsun, ortamlarda yabancılamasınlar.

Bir tane daha limonata iç istersen. Ne tarafa gideceğin belli olmaz, belki sonra bulamazsın. 
Bu arada zihin açtığını da söylüyorlar. Şubat'ta bir genç, tam sınırdan Cennet kapısını aralamış. Etkisi oldu mu bilmem tabi ama; öncesinde üç limonata içmişti. Birkaç gün sonra anneannesi öldüğünde, Konstinya'dan benim için bir kutu günkurusuyla geldi teşekkür için. E seviniyor insan.

Neyse, hadi sen biraz hatırlamaya çalış, ben arkalara doğru ilerliyorum. Allah zihin açıklığı versin. Hoşçakal güzel kardeşim.

    Pieter Bruegel: İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara


Pieter Brueghel: İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder