22 Haziran 2015 Pazartesi

"seviniyorsun ateşi çaldın"

küçük bir dönme dolabın da olduğu bir parktaydık. park geçen yazdan kalmış gibiydi, bizse o sırada bu yılın ekim ayını yaşamaktaydık. bu anlattığımla ne demek istediğimi bir tek ailelerinin memurluk yaptığı binaların bahçesinde şöyle bir dolaşanlar anlar. böyle yerlerdeki su birikintilerinin yahut minik süs havuzlarının üzerine haddinden fazla çöken yapraklar ve özellikle yapraksız ince dallar, bazen de sinir bozan, mavisi solmuş ambalaj kağıtları gezinir. burda da öyleydi. sular sarıya çalıyordu. bu ekşimsi sarıdan o an yaşadığımız zaman dışında hiçbir yerde bulunmuyordu.

yanıma 10 yaşlarında bir çocuk eğilip bir takım sözler etti. (bu biçim yerlerde beş eksiği ve fazlasıyla peyda olan böyle çocuklar için şaşırma refleksini kullanmak yasaklanmıştır.) dinledim sözlerini. rüya göremediğinden bahsediyordu. o an suya batan yaprak çöpüne dolanmış örümcek ağını fark ettim. çocuk anlatmaya devam ediyordu. birden rüyalarına geçiş yaptı. ağdaki sinekleri gördüm bu sefer. öldüklerini idrak etmeyecek kadar küçüklerdi. çok sevdiği arabasının içini açtığını, ne var ne yok diye baktığını, hem şaşırıp hem sevindiğini, ama sonra parçaları toparlayamadığını anlattı. çenesini koyduğu omzum acımaya başladı. derin bir nefesle kurtulmaya çalışırken havadaki yoğun nemi soludum bu sefer de. içim kamaşıyordu, bayılacağımı zannettim. çocuk anlatmaya devam etti. aramızda beliren istemsiz bir sevginin varlığını duyumsadım. sanıyorum o da farkındaydı. bir an susup başını sakince kaldırdı. böyle kulaktan kulağa oynar gibi anlatanlar göz göze gelmektense, çok acele konuşmayı yeğler. o da aslına uygun hareket ediyordu. birkaç sözünü seçemedim bile. dönme dolabı çevreleyen mavi karoda karıncaların istila ettiği kozalaklara takıldı gözüm. bacağındaki yaraları saymaya başladı birden çocuk. hepsi uzaktan mürdüm eriği kokuyordu ve kavlatacak aşamayı çoktan geçmişlerdi. dilimiz kamaştı. ikimiz birden aynı kişi oluyorduk zaman geçtikçe. benim zaman kavramım yitti mesela birden. mevsim döndü sanki ama. çocuğun amerikan tıraşı yanağıma dokundu. susam sokağı'ndan öğrendiklerim yüzünden televizyona garip bir minnet beslediğimden söz açtım. aynılığımızın büyüsüne saygıyla sustum sonra. uzuncadır şöyle aklımı oyalayıp günümü yarılayacak bir rüya göremediğimi söyledim hemen. (yalan olmadıkça aks atlamak meşruydu) ardından rüyalarımı anlatmaya başladım. ah açtım koşturan bir merakla dedim, pandoranın kutusunu...
Çevreme kaygılı gözlerle baktım, şimdiden başka bir şey yoktu. Şimdilerin içinde kabuk bağlamış, hafif ve sağlam mobilyalar; bir masa, bir yatak, bir aynalı dolap ve ben. Şimdinin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. 

Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde varoluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım. Ama benim alanımın dışına kaçmış olduğuna inanmamıştım.

Benim gözümde geçmiş; bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay, kendi kendine bir kuruntunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu.

Hiçliği düşünmek bu kadar zordur işte. Ama şimdi anladım, eşyanın, görünüşünü aşan bir varlığı yok. Onların ardında... hiçbir şey yok.
Bulantı, Jean-Paul Sartre
Edvard Munch. Rue de Rivoli, 1891.


zinhar

omzumun hizasında biraz dur yeter ki; ben sana sonunu merak edeceğin hikayeler de anlatırım.

19 Haziran 2015 Cuma

kamikaze

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ben söze böyle başlayınca 55'lerimde seyrediyorum. Aceleyle aklımı kovalamaktan vazgeçtiğim o küçük anlarda bazen tarifsiz bir huzur hasıl oluyor. Metroda, vapurda filan insanları seyrediyorum. Ufak ayrıntılara, sözlere takılıp kalıyorum; içimi açıyor. Zaman bir anda ağırçekim işliyor. Sanki sol kanattan Fazlı gole gidiyor, tüm ayrıntısını bir daha izliyor, yeniden seviniyorum. Bisikletle geçerken çuhaları seren aile, ben dönerken yakar top oynamaya durmuş oluyor. Hayatın kurgusuna sırıtıyorum.

Sonra, akşam vakitlerinde çıkıp oturduğum iskemlenin etrafını köpekler sarıyor. Rahatsız ediyorlar. Sadece beni olur mu canım? Herkesi.

Şimdi bu köpekler eğer gerçekten isteseler, bir çırpıda parçalarlar bizi ve ne kadar çelme taksak da kurtulamayız salyalarından. Ama gel gör ki; istemiyorlar. Biz de önce onlara dilimizin döndürdüğü kelimeler dahilinde bağırıp çağırıp sonra garsona söyleniyoruz: "Alsanıza bunları burdan, aaa yeter ama!" İşte bu an, tostun ılıma süresinde geçirilecek en vasıflı zaman dilimlerinden sayılıyor.

Evet patron elbette biziz fakat güçsüzlükten de ölüyoruz. 20'lik dişlerimiz bile artık çıkmaya tenezzül etmiyor. Ayakta kalmak için multivitaminler, çimlere basmak için yumuşak tabanlı ayakkabılar gerekiyor. Kendimize üzülmek ne mümkün; bir "ah" demeyi dahi çok görüyoruz. Köpekler yese bizi ömürleri bile uzar, abur cuburu fazla kaçırdıysak öldüklerinde bir süre çürümez kalırlar hatta, içimizdeki katkı maddeleriyle.

Yahu aslında ben bunları yazmayacaktım. "Felsefenin parlayan sorusu: Peki şimdi ne yapacağım? oldu." diyerek ahkam kesecek, bunlardan bahsedecektim. Camus görse hasetinden çatlar, artık "Neden intihar etmediğimiz" gizemine göz ucuyla bile bakmıyoruz diye... Böyle şeyler diyecektim mesela.

Sonra birden aklıma geldi. Ne yazarsam yazayım şu hayatta; onu Dostoyevski'nin okuma ihtimali söz konusu değil. Hadi onu geçtim, "Sevgili Aşık Veysel, gel ben de sana bir türkü söyleyeyim" desem, iki yakamızı bir çırpıda yakamayız. (Burda aşka gelip gidişattan şöyle kurtulunabilir: "Ulan Kazancı Bedih bile öldü be. Hem de zehirlendi öyle gitti. Beş parasızdı lan...")

Ah n'apalım, soba borularına çorap asmaya yarayacak demirlerden biraz daha üretelim bari. Kendimize acımaktan utanmayalım. Dondurmayı tek top alınca da yarımşardan iki çeşit koyabilirler mi, bunları da soralım. Har vuralım ciğerimize doğru. "Bir insanın sadece gerçeklerle yetinmesini aklım almıyor" sözünü eden o adama ne oldu söylesenize! Diyelim çağrı merkezini arayınca.

Çay koyalım çay. Çay koyalım da geçsin.




Bu arada ben buraya "Biliyorum sevgilim,
ben hafızama körleşip seni sevsem bile rüzgar karambole eser,
biz saçımızı düzeltirken kirazlara kargalar çömer." Dersem,  hepsi bir aşk metni haline gelir mi?

13 Haziran 2015 Cumartesi

7.62x39

"Biliyorum" diyor.

Biz milyarlarca çay içmişiz, bardakları kırmışız, masa örtülerini dolamışız belimize, elimizde tahta kılıçlarımız. Çay bahçesindeyiz evet ama halimizi görseler koca kolezyumun ortasında bitmişiz gibi; birimizi Murmillo diğerimizi Thraex sınıfından sanır. Sınıfın bir ikimiz farkındayız aslında: 11 TM/A

"Biliyorum" diyor. "Böyle olmayacak."

Ben karşı geliyorum: "Nasıl olmayacak, tabi ki olacak. Bunalıma girdiysek çıkarız. Hikayeleri çözeriz. Kafamız yerinde, toparlarız. Bi çaresini buluruz."
Bir de ahkam kesiyorum pervasızca, düne iliklenmiş yarım aklımı, aya roket yollar gibi; tekmil savuruyorum.

Ama o değil ki, asıl mesele. Hem.

Ben bunları diyorum da; inanmıyorum gerçekten. Öyle minik kıvılcımlar halinde geliyor o güç bana, hop! Gidiyor sonra. Onun, doğumgününde boynunu eğişini hatırlıyorum sakince. Üzülüşünü yirmibeşine geldi diye... Arjantin bardaklar beliriyor ardından. Bundan on yıl evvel gece 12'yi vurunca balkonun altına kurduğu mumdan kaleler dünyası geliyor sonra birden aklıma. Akabinde anlıyorum o film şeridi dedikleri şeyin ne olduğunu. Zaman makinesi ile ortak çalışırmış ve ne gevezeymiş meğer.

Ah ben kendimi öyle afilli kandırıyorum, lafları evirip süsleyip buna şaşkınlıkla inanıyorum. Ama o yemiyor, başını sallıyor, çayını içiyor.

Ulan bizim demini alsın diye beklediğimiz tüm çaylar Vilayet Aile Çay Bahçesi'nde kaldı. Yanındaki fındıklı topkekle okulun kantininde kaldı. Genç kızların tahayyülünde bile bulunmayan fatih ekspresindeki restoran vagonunda; gece 3 sularında göz mahmuru baktığımız mola yerlerinde, şehirdeki sinemanın koca avlusunda, akşam 10'dan sonra pırpırlanan sokak lambalarının altında, sahuru iftardan beklerken uyuduğumuz taş balkonlarda, rakı içmenin adabının o garip muhabbetini kesen tekelde kaldı.

"Biliyorum, böyle olmayacak." Her şey akıp gidiyor, bir katı hüzün kalıyor. "böyleliğimiz"in nihayi kırıntısını masaya konan serçeler bile tenezül edip yemiyor.

Yıllar geçiyor... Ulan geçmiyor yıllar. Bir ben ölüyorum, (şimdi "bir de o" demem gerekiyor.) Ben ölürken kendime bile çaktırmıyorum öldüğümü. Kendi cenazeme astronot kontenjanından katılıyorum, locayı veriyorlar, viskim geliyor önüme, havada parende atıyor yudumlar. Herkes öyle yiyip içtiğime inanıyor. Çünkü astronotluk bunu gerektiriyor. Ben o yudumları yakalamaya uğraşırken kendi cenazemi kaçırıyorum. Çiçeklere boğuluyorum aniden. Islak toprak zihnimi açıyor. Bir gülüp on hıçkırıyorum. Diyorum ki, "Ave Caesar! Morituri Salutamus" Bunu da aslında her şey olup bitmeden söylemem gerekiyor. Yine zamanlamayı yanlış yapıyorum.

Elimizdeki kılıçları havada savururken seyircilerden biri meydana ateş açıyor. "Sene MÖ 257, nerden çıktı bu AK-47" de demiyor kimse. Yere yığılmayı tercih ediyoruz. Fakat o yığılırken şekilli bir de reverans yapıyor. Ulan diyorum bunu da benim yapmam lazımdı. Nolur bu dünya dediğiniz kadar küçük olsun. Diyorum ki sonra, yahu olmasın. Boğanın ordaki otobüs durağı yapışıyor aklıma. Şimdi de bu gitmiyor. Gidicem diyorum buralardan. Çok fena gaza geliyorum. Bir yandan da acayip bir vole bekliyorum bilhassa rüyalarımda.

E bunlar olurken şehirler, ülkeler filan değişiyor, kolezyum devasa bir boks ringine dönüşüyor mesela. Kroşeleri çiğnemeden yutarken gözümü köşedeki havlulardan alamıyorum. Birkaç saniyede fark ediyorum uçlarında minik oyaların belirdiğini. Bazı şeyler hiç geçmiyor.

Ah, görüyorum sokakta, başımı çeviriyorum...

Güzellerden seçip bir fotoğraf albümü yapayım istiyorum şöyle 10x15. Omzumda kalan bu oyukla nasıl baş edeceğimi çözemiyorum fakat, sırıtıyor utanmadan gözüme gözüme 7.62x39

sevgili okuyucu, daha fazla kahrolmak isterseniz buyrunuz.