13 Haziran 2015 Cumartesi

7.62x39

"Biliyorum" diyor.

Biz milyarlarca çay içmişiz, bardakları kırmışız, masa örtülerini dolamışız belimize, elimizde tahta kılıçlarımız. Çay bahçesindeyiz evet ama halimizi görseler koca kolezyumun ortasında bitmişiz gibi; birimizi Murmillo diğerimizi Thraex sınıfından sanır. Sınıfın bir ikimiz farkındayız aslında: 11 TM/A

"Biliyorum" diyor. "Böyle olmayacak."

Ben karşı geliyorum: "Nasıl olmayacak, tabi ki olacak. Bunalıma girdiysek çıkarız. Hikayeleri çözeriz. Kafamız yerinde, toparlarız. Bi çaresini buluruz."
Bir de ahkam kesiyorum pervasızca, düne iliklenmiş yarım aklımı, aya roket yollar gibi; tekmil savuruyorum.

Ama o değil ki, asıl mesele. Hem.

Ben bunları diyorum da; inanmıyorum gerçekten. Öyle minik kıvılcımlar halinde geliyor o güç bana, hop! Gidiyor sonra. Onun, doğumgününde boynunu eğişini hatırlıyorum sakince. Üzülüşünü yirmibeşine geldi diye... Arjantin bardaklar beliriyor ardından. Bundan on yıl evvel gece 12'yi vurunca balkonun altına kurduğu mumdan kaleler dünyası geliyor sonra birden aklıma. Akabinde anlıyorum o film şeridi dedikleri şeyin ne olduğunu. Zaman makinesi ile ortak çalışırmış ve ne gevezeymiş meğer.

Ah ben kendimi öyle afilli kandırıyorum, lafları evirip süsleyip buna şaşkınlıkla inanıyorum. Ama o yemiyor, başını sallıyor, çayını içiyor.

Ulan bizim demini alsın diye beklediğimiz tüm çaylar Vilayet Aile Çay Bahçesi'nde kaldı. Yanındaki fındıklı topkekle okulun kantininde kaldı. Genç kızların tahayyülünde bile bulunmayan fatih ekspresindeki restoran vagonunda; gece 3 sularında göz mahmuru baktığımız mola yerlerinde, şehirdeki sinemanın koca avlusunda, akşam 10'dan sonra pırpırlanan sokak lambalarının altında, sahuru iftardan beklerken uyuduğumuz taş balkonlarda, rakı içmenin adabının o garip muhabbetini kesen tekelde kaldı.

"Biliyorum, böyle olmayacak." Her şey akıp gidiyor, bir katı hüzün kalıyor. "böyleliğimiz"in nihayi kırıntısını masaya konan serçeler bile tenezül edip yemiyor.

Yıllar geçiyor... Ulan geçmiyor yıllar. Bir ben ölüyorum, (şimdi "bir de o" demem gerekiyor.) Ben ölürken kendime bile çaktırmıyorum öldüğümü. Kendi cenazeme astronot kontenjanından katılıyorum, locayı veriyorlar, viskim geliyor önüme, havada parende atıyor yudumlar. Herkes öyle yiyip içtiğime inanıyor. Çünkü astronotluk bunu gerektiriyor. Ben o yudumları yakalamaya uğraşırken kendi cenazemi kaçırıyorum. Çiçeklere boğuluyorum aniden. Islak toprak zihnimi açıyor. Bir gülüp on hıçkırıyorum. Diyorum ki, "Ave Caesar! Morituri Salutamus" Bunu da aslında her şey olup bitmeden söylemem gerekiyor. Yine zamanlamayı yanlış yapıyorum.

Elimizdeki kılıçları havada savururken seyircilerden biri meydana ateş açıyor. "Sene MÖ 257, nerden çıktı bu AK-47" de demiyor kimse. Yere yığılmayı tercih ediyoruz. Fakat o yığılırken şekilli bir de reverans yapıyor. Ulan diyorum bunu da benim yapmam lazımdı. Nolur bu dünya dediğiniz kadar küçük olsun. Diyorum ki sonra, yahu olmasın. Boğanın ordaki otobüs durağı yapışıyor aklıma. Şimdi de bu gitmiyor. Gidicem diyorum buralardan. Çok fena gaza geliyorum. Bir yandan da acayip bir vole bekliyorum bilhassa rüyalarımda.

E bunlar olurken şehirler, ülkeler filan değişiyor, kolezyum devasa bir boks ringine dönüşüyor mesela. Kroşeleri çiğnemeden yutarken gözümü köşedeki havlulardan alamıyorum. Birkaç saniyede fark ediyorum uçlarında minik oyaların belirdiğini. Bazı şeyler hiç geçmiyor.

Ah, görüyorum sokakta, başımı çeviriyorum...

Güzellerden seçip bir fotoğraf albümü yapayım istiyorum şöyle 10x15. Omzumda kalan bu oyukla nasıl baş edeceğimi çözemiyorum fakat, sırıtıyor utanmadan gözüme gözüme 7.62x39

sevgili okuyucu, daha fazla kahrolmak isterseniz buyrunuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder