28 Ağustos 2015 Cuma

Fermat'ın son teoremi

Sevgili çocuklar, kaybedecek vaktimiz yok. Işınlanmayı bulamadık madem; "yürü ya kulum aparatı"nı bir an önce icat etmeliyiz. Tanrı, tüm sevimliliğiyle rakiplerimizi tek celsede silerek bizle iç kontağı kurup "yürü ya kulum!" dediğinde; "bu aslında gaipten gelen bir ses mi, ulan acaba bana mı dedi, şimdi yürümeye başlasam birazdan akşam olur, ben bir sonraki uyarıda mı harekete geçsem, Ahmet Abiler'e gidecektik hani, sandaletlerim de koptu kopacak..." Bocalamasına düşmeyerek; uyarı alındığı an, yarış çizgisinden popomuzu hıplatıp, tüfengi omza, mantığı cebe, aklı başa atıp; yine de etrafa pek çaktırmadan, -ıhtan ıhtan- yola koyulmamız gerekiyor.

Yürü ya kulum aparatı makul boyutlarda; kadınlar için minik bir aksesuar, erkekler için bir don lastiği, çocuklar için ise pembe bir arı maya silgisi halinde vuku bulabilir. Bu bizim konumuz değil. Önemli olan, mesajı zaman yitirmeden kah bir titreşim, kah bir senkron kayması, kah bir iç gıcıklanması şeklinde algılayıp emin olmamız. Yalnız dediğim gibi; aman kimseler duymasın.

Çünkü; boktan çağımızda, milletimizi her manada medeni ve sosyal bir toplum olmaktan alıkoyan en mühim hadise sanıyorum ki bu, "heves kırmak" meselesi. Astronot olacak çocukları terzi çırağı, kübist çalışmaya başlayan genci paint terk bir muhallebici, ebegümeci yemeğini daimi yeşil, Hollywood yıldızı vasıflarını taşıyan Leyla'yı Bağcılar'da Hasan'ın karısı; ve hatta Rövaşata Necmi'yi akıl hastası yapan da bu "heves kırmak" meselesi. Ardından, dost meclislerinde yaşını başını almış bir kamil kılığında gezinip "Ben var ya, aslında..." diye söze başlayan beyin yiyiciler uğruna iç organlarımızı harcatan da işte bu, heves kırmak meselesi. Onun için diyorum: Söylemeyin, bilmesinler.

Yalnız sahip olmayı kabul ettikten sonra bilin ki bu aparat, hayatın ağlarını altın varakla ördüğü olur olmaz bir yerde uyarı verecektir. Yani; sıcak bir yataktan apar topar kalkmanıza, çifte okeye gittiğiniz bir masada küfür yemenize, kupa maçında penaltıları görmemenize, ATM sırasındaki yerinizi ebediyen terk etmenize... sebep olabilir. Fakat ancak bunlardan biri olabilir. Tanrı'nın kuralları da muazzam rutini öyle kolay kolay çelecek ayrıntıları ihtiva etmiyor.

Bu arada tam o an; kendimizi kıstaynasına (kısıtlanmış görüntü püskürtücü ayna) bakmaktan da kesinlike alıkoymalı; başkalarının çerçevesini kendi gözümüz sanıp "Aman Ali Rıza Bey, olur mu öyle şey?" yanılgısına düşmemeliyiz. Etrafınızı saran metronomlar bunu zaten ritmik bir müsvedde halinde önünüze arkanıza atıverecektir, siz hiç merak etmeyin.

Evet, öyle durmayın. "Yürü ya kulum" aparatının Roku'nun kendini bulduğu Ruhlar Dünyası'nda icat edileceği yanılgısına düşüp Zuko'yu beklemekten de bir an evvel vazgeçin.

Gözlerinizden öperim.



26 Ağustos 2015 Çarşamba

burnuyuşması

Sevgili süt ninem, sabahları evler yıkılırken uyanıyorum. Ne uyumaktan, ne de o yeni günden haz alıyorum. Bir de kötücül bir yokoluş hissi beliriyor içimde. En son, içime kaçan 20'lik dişim ameliyat edilirken olmuştu böyle. Uyuşan ağzımın hiç bir zerresini hissetmeyip, saatlerce damağımı deşen doktorun gözlüğünden yansıyan kan revan ve kırık kemik bütünlüğüne bakmış; "bunlar benim" demiştim. Etini henüz terk eden kanlı bir iskelet gibiydim. Aslında da öyleydim, o zaman anladım. Midem bulandı.

"Ben gene bir kürdanın diş etlerine batmasıyım bir çürük azı dişinin kenarında…"

Sonra damağımda bir boşluk, suratımda amansız şiş, sevdiğim adamın bile karşısına çıkmaktan korktum. Uzun uzun gittim ama; artık Karaköy'de olmayan balıkçıya. Gece olunca ara sokaklardan Galata'ya çıktım. Bir yer gördüm, ardından sarı ışık sızan camları buğulanmış, isli kirli bir yer. Pencerelerin birinde A4 kağıda bilgisayarla yazılmış: "Banyo 3 TL" Kağıt da nemden kenarlarını sıyırmış. Bu görüntü, ölürken de aklımda kalacak. Bir de bol yıldızlı bir gece denizde yüzdüğüm. O da zaman.

Sevgili süt ninem, Osmanlı zamanında bir gün bir meyhane kapanışında esnaftan biri cinayet işleyip, diğerleri katili arasında sakladığı için; ertesi gün 30 esnafı idam etmişler. Reşat Ekrem Koçu söylüyor. "Gel gör ki şimdi.." bıdıbıdısı yapmayacağım sana, korkma. Aynı zamanda yaşasaydınız kesin senin arkadaşın olurdu bu adam. Olmamış, üzülme.

Sevgili süt ninem, ülkenin bir yanında sokağa çıkılamıyor; geceler silah sesleriyle bölünüyor. Diğer yanında bunu Twitter'a yazıyorlar. Sonra bir daha, bir daha yazıyorlar. Sonra spor salonuna gidip, dönünce yine yazıyorlar. Gerçek değilmiş gibi. İçli müzikler dinlemekten de kaçıyorlar. Mütemadiyen geyik çeviren vegan bir topluma dönüyorlar.

Sevgili süt ninem, ben bu hitabi metni bir güzel uzatırım ama çok yorgunum. Suya yazı yazmaktan bitap düştüm. Hem sen de yoksun, süt kokan bir anım da yok geçmişe dair. Yalnız bazen isli tatlı kokun geliyor yokluğuna rağmen. Seviniyorum.

20 Ağustos 2015 Perşembe

malatyalı abdo için bir konuşma

her şey akıp gider
oh onlar birer ayçiçeğidir yüzleri
güneşe ve aya dönen
hep güneşe
ve ben ruhçulara göre şaşkın
zevcelere göre alkoliktim

evet gerçekten hayatımda çok içtim
ne kadar içtim, ne kadar duraklardan geçtim
öfkenin ve sevincin özrüne sığınıp
ama. bir akşam oldu muydu iyi bir akşam
yani saksı çiçeklerinin üzerine tozlar konan
ve çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam
bu iyi bir başlangıçtır derim aşk yapmaya.
sular ısıtılmalı güğümlerde
ve karım güneşin batışını fark etmeli
ve deniz bir kavga gibi girebilmeli aramıza
fark etmeli ki iyi bir güneş iyi bir yataktır
benim kollarıma
ve fayton seslerini duymalıdır
loşluğa giden benim kollarıma.

bilmem yetkim var mıdır söylemeye
onun anadan doğma mutsuz olduğunu.
mutluluk evrenseldir kolayca bölüşülür
kolayca hazırlanır kendiliğinden
(kimine bir kadın kimine bir başkaldırma) –
 oysa şimşekler çaktı mıydı
bolkar’ın üzerinden sular tarlaları bozdu muydu
ve bir kadın azıcık davet taşıdı mıydı
neden söylememeli, anadolu’da
gecelerin zifaf olmaması imkânsızdı
ve kocaman bıyıklarıyla
ayışığını zorlayan
çoğalma duyguları

bu arada tiyatrolar oynanır
hak edilmiş gece ayasını karıştırır insanın
ve birden karşı karşıya gelir romeo ile kerem
ve ben bir düzeni eğitimli bir adam olarak kabullenen
susarım aşklarına her ikisinin
-araya koca gözlü bir küçük kız girmese-

sevmek başka bir yetenektir hemen anlarım.
hemen anlarım, hiç yanılmam
ve çarşılarda, cami avlularında
ahşap çatılar altında nice kültürler gelişmiştir bilirim.
ama bir akşam
hak edilmemiş bir akşam
dürüst ve islâm kalmamışsam
yeter kendimi yargılamama
bir şey yapmam
biraz daha beklerim

her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır
beyaz gömleklerin
ve kayıt defterlerinin
banka sıralarının
ve sıra beklemelerin
ve bir düzenle yüzyüze gelmenin anısı
bugün başka şey ve başka bir şeydir yarın
ah! işte öyle bakmayın
bir geçmişi anmaya var mısınız
biraz benimle, biraz benimle, biraz uzak ama yarın
geçer gidersiniz uzaklardasınız.
ben de bu dünyaya geldim geleli
benden böylece işte ne umarsınız.

ah! her şey akıp gider,
bir tarlalar ve sevda kalır
ne sevdadır ne bıçaktır, utançlardır saklanır
çocuklar bir gecedirler girerler yatağımıza.
birisi sağımıza, birisi uykumuza ve biri mirasımıza
ve gizli bir başeğmedir sizde aşk
kilimlerle ve orkidelerle oyalanan
bizde bunun kim farkına varır.

koca bıyıklarıyla indi malatya’dan
çarşılar ve ortahalli evler
semaverler ve hamurtahtaları uyanmadan.
malatya’nın kâhta kasabasından
ve kâhta’ nın uzun, silik, uzunsilik,
uzun bir davalı mezrasından.
güldü ve bülbüldü yolları
ve dağları yassılaştıran,

bense bir şehirden bir oğlan
sonunun nereye varacağı belli olmayan,
adı ya büyük bir aşka karışan
ya da hiç hatırlanmayan.
soyumuz geçerlidir biliyorum geçerlidir,
sık sık unutulan soyumuz
geçerlidir
bir kıyıya bir sandal gibi bağlanan.
gelirdi.
malatya’nın kâhta kasabasından
kocaman bıyıklarıyla,
adı bir kanuna hemen uygulanan
kâhta’nın
ve o sonsuz bülbülü avucunda taşıyan
ve o sonsuz gülü avucunda taşıyan
yani koca bıyıklarıyla
güllü ve bülbüllü bir adam
gelmiş geçmiş bütün öbür şeylerin
her şeysini bir parça kendinde taşıyan
kentinde taşıyan
(dumanlı ve derin ve karşılıksız şiirine ve geçmişine küskün)
kucağında büyük gözlü bir kız çocuğu taşıyan.

banka bağışı sıralarda oturdular
oturdular ürkek
ve şaşkın girdiler röntgen odasına fakülte hastanesinde
ikiyüzbir sıra numarasında
o kız çocuğuyla kucağında kocaman gözleri,
babasının kocaman bıyıklarını yadırgatmayan,
öyle dağlı aşklara alışkın
öyle müslüman kocaman bir kız çocuğu

şöyle ki vilâdî kalça çıkığından daha kahraman.
insan tükenir sanırım
bir çiçeğe durmadan baksa bile
bir güzel aşk okusa bile.
biz nerden tükeniriz
adımız saydam
hele akşam oldu muydu çok daha saydam,
kapanır gideriz sözlükteki bir aşk anlamına
ve tabancamız yok.
 bilmeyiz silâhı yerinde kullanmayı
kimbilir silâhı yerinde kullanmayı
dağlı aşklardan
ve kan davalarından başka?
ve kadınını bir alet gibi güzel kullanan
kucağında iki yaşında bir çocuk
kocaman bıyıklı adam.

ben de bu dünyaya geldim geleli
“giderdi
bir atlı giderdi
dünyayı umursamayan
ve terkisinde gebe kalınan
büyük bir atlı
durup bütün kinsizliğiyle.

kucağında büyük gözlü bir kız çocuğuyla
koşuşan elleri
paraya alışkın olmayan
kocaman bıyıklı bir adam.

 ne kadar hoyratsınız ve uzaktasınız.
bu çok az bir şeydir biliyorum
belki balkona asılan çamaşırlar
ve bir otobüs parası biliyorum
senin sonun çamaşırlar asılı bir balkona varırdı
bir sokağın en güzel adına varırdı
biraz islâm, biraz yaban ve cünüp
ve batı ve para en güzel kurtuluştu.”

ben de bu dünyaya geldim geleli
ucu mor püsküllü marpucum mu var
ya bir savaş çıkar bozar dengemi
ya bir ahu gözlü kıyar canıma ah!
şimdi bakmayın kocaman bıyıklarıma
kucağımda kuş gözlü bir küçük kız
kentlerde o anasız ben kadınsız
tumturak bir nasır boğazımda

her şey akıp gider bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır
ben de bu dünyaya geldim geleli
ölmezsem, öldürmezsem
kim benim farkıma varır?

Turgut Uyar



18 Ağustos 2015 Salı

doksanların devlet dairelerindeki, yıllandıkça sertleşmiş bir örümcek ağını anımsatan;
kare kare delikli, tel tel sararmış, ekşi sigara kokan o perdeler...
ekseriyetle aklıma geliyor.

aşağıdaki müziğin ise bu perdelerle ilgisi yok. acılı danslar eden bir tırtıla benziyor daha çok.

16 Ağustos 2015 Pazar

Negatif Film Banyosu

Erkek var, kadın var, yüzü onlara dönük bir bebek arabası ve bebeğin ayakları. Varlar.

Adamın önünde bir dilim beyaz kremalı pasta, üzerinde iki çilek, bolca çilekli sos. Tabağın her yerinde. Varlar. (Çilekli pasta yiyecek bir mizaca sahip değil bu kişi, evet)

Gülümseyememişler fotoğraf çekilirken. Yani tam gülümsemeye çalışırlarken çekmiş garson. (Masa, kendilerinden daha çok görünüyor, böylece garsonun gözlerinde mutabık kalıyoruz.) Gülmeye çalışmaları da uzun sürmüş, adamın dudağının sağ kıvrımı biraz yukarı evrilmiş. Bir çengele takılan misina ipiyle tavana doğru çekiliyor gibi. Lakin gözleri alabildiğine sabit. Bir derinlik değil, sabitlik bu. Aynı bakışın çok benzerinden kadında da var. Ama onun suratına ayrıca "hadi" der gibi bir ifade de hakim. Gözleri ve burnu aynı oranda kısılmış. Fotoğrafın çekilmesini kadın istemiş. Adamın buna görünürde mecali yok, bebek henüz dillenmemiş. Üstelik bugün Pazar.

Kadının üstünlüğü tüm masaya sıçramış. Çay tabağındaki suları peçeteyle alıp onu bize yakın tarafa koymuş. Bardağı da çay tabağından uzaklaştırmış. Adamın önündeki pastadan "bir tadımlık" almış, fakat çatalı kendinden tarafta bırakmış. Muhtemelen bu pastayı da kocasına o önermiş. Hamilelikte alınan kilolarından şikayet etmekten henüz vazgeçmemiş ve iştahından da.

Zemine dek inen cam kenarındaki masalardan birine oturmuşlar. Manzara otoparka bakıyor. Boş yer yok. (Buranın bir AVM olduğunda mutabık kalıyoruz ve bugün Pazar)

Henüz arabaları yok. Masadaki her şeyin arasında bir araba anahtarı yok. Buna henüz zamanları var. Taksitler ve kaskoya yoğunlaşma evreleri de yakında başlayacak. Yoksa beş yıl sonrasının yeni bir beş yılı doğurma ihtimali riske girebilir.

Fotoğrafa yansıyan bir kızgınlıkları var. Bir saat önce, "alınacaklar" listesiyle başları derde girmiş gibi. Adamın şimdi fark ettiğim sağ eli, oturduğu sandalyenin kolçağından güç alıyor. Tam kalkmak isterken bir cümle işitip cevaplamaya durmuşa benziyor. Kart limitinin ay ortası civcivlenmesi henüz gelmişken, lüzümsuz gördüğü bir küçük ev aletini de almış olabilir az evvel. Eğer öyleyse yarın akşam naneli smoothie ile fotoğrafını görebiliriz. Ama buna henüz zaman var.

Erkek var, kadın var, yüzü onlara dönük bir bebek arabası ve bebeğin ayakları. Varlar.

Édouard Manet: The Monet Family in Their Garden at Argenteuil, 1874

15 Ağustos 2015 Cumartesi

İkircikli Gelecek Zaman

Suskunlar inceden şehri ardında bırakacak,
Sularında in cin top oynayan evlere hastalıklar sinecek,
Bir ölü çocuğun babasının sırtındaki çuvalla karlı yoldan geçişi unutulacak,
Afili genç kızlar akbil doldururken büfecileri görmezden gelmeyecek,
Ahmet Kaya deyince bir dudak kıvrımı da akla gelecek,
Balkonsuz evlerde yaşamaya alışılacak,
Gece çökmesin diye daha çok insana sır verilecek,
"Dut ağacını kestiler" dediklerinde bir iç sızısı duyulmayacak,
İlhan Berk de diğerleri gibi popüler olacak,
Eski zaman eşkıyaları biraz yüceltilecek,
Siyaset konuşmamak umarsızlık sayılmayacak,
Serbest gezen tavuklar yuvalarına dönecek,
Sevgililer birbirini evcilleştirmeyecek,
Bir oturuşta bir kitap bitirenin suratına bir daha bakılmayacak,
Füzyon mutfağı iyice nam salacak,
Milli Piyango oynamak tarihe karışacak,
Kapalı otoparklarda astral seyahat mümkün kılınacak,
Sevmekten erken usanılacak,
Reankarnasyon hikayelerine Plüton da ortak olacak,
Yine zengin olmak için uğraşılacak,
Kimse açlıktan ölemez sanılacak,
Shakespeare bıkmadan "Zaman zıvanadan çıktı" diyecek,

Ve Tarkovsky elbette Bergman'ı sevecekti.

Zerkalo, 1975

11 Ağustos 2015 Salı

Magnoliopsida

Oturuyoruz kahvelerde. (Kahve deyince romantik oluyor, yoksa aslında en ucuz içeceği 6,50'ye alabildiğin 3. dalga bir yer burası) Neyse, içim çok sıkılıyor. Yani bağırsaklarımdan başlıyor içimde gezen o minik robotlar. Isırıyorlar ağır aksak. Dolaşıyorlar ama yukarı çıkmıyorlar, ısırdıklarını koparmıyor, yutmuyorlar. Çirkin bir ağrı yaratıyorlar sadece. Uyuyana kadar geçmiyor, uyuyunca geçmiyor. Sonra biri "günler geçiyor" filan diyor. Birlikte oynadığımız çocuklar evleniyor ve bazıları garip biçimlerde ölüyor. Ondan sonra sıkıntı dönüşüveriyor.
Ben size söyleyeyim, o aşk acısı sandığınızdan da, heyecan dediğinizden de, köpekler gelince vuku bulan korku kıpırtılarından da... hepsinden bu robotlar sorumlu. "İç peksimeti robotu" diyoruz biz bunlara. Çaysız gitmiyor, çayla gitmiyorlar. Ya çok yağlı, ya da pek kuru oluyorlar. Yedikçe alışıyorsun fakat ısırıklarına.
Duramıyorum yerimde. Bir felaket bekliyorum, olsa rahatlayacağım. Gök delinse, ben rahatlayacağım. Delinmiyor, kalsın. Kalıyor. Bir yere gidemiyorum. Bu yüzden bir sürü yere gittim. Öyle de olmuyor.
Üzümü "gerçek gibi" natürmort tablodan alıyor gözlerini birden. Bana çeviriyor. "Hayatta en sevdiğin şey ne senin?" diyor. Biraz düşünüyorum. Sanki bu üstten bacaklı kahveye bunun için gelmişiz gibi, şaşırmıyorum. (yemek yapmak, hayır yemek. yok yapmak. film. filmler. bakmak. yukarı bakmak. sahne. tiyatro sahnesi. kovalamak. yolculuk. yürümek. bisiklet. hızlı sürmek. konuşmak. çocuklarla. orman çocuğu olmak. sormak. sorup dinlemek. pencereler. gitmek.) "Galiba gitmek" diyorum. "Yani öyle, gitmek işte" "Daha çok alışkanlığım olsaydı, onları bırakmak sonra da gitmek yeterince iyi gelirdi belki." "Trenlere binseydim, bir de o tenha sulardaki o eski teknelere atlasaydım. Kirli sulardaki... Daha iyi gelirdi belki."
Çok üzülüyoruz halime. Ne içtiysek yarım bırakıyoruz. Yetmiyor. Bir ben üzülüyorum. Sonra onun kulağına eğilip söylüyorum. O üzülüyor. Sonra yanındakine söylüyor. Tanımadığımız yanımızdakilere. Üzgünçlüğümüzden harfleri bırakıyoruz tek tek. Geriye kalıyor bir kırmızı karpuz. Peksimet yok, peynir var. Bir güzel yiyoruz üzgünçlüğümü. Kapının önüne oturuyoruz. Çaylar demliyoruz mütemadiyen. Gamzelerimiz de beliriyor.
Bir yaşlı kadına ihtiyacımız oluyor işte tam bu an. Üstünde vişne rengi, uzun kollu bir entari. Parmakları ve topuğunda benzer çatlaklar. Ellerinde kayısının, kirazın tatlı şerbeti. Beli hafif kambur. Omzu isli süt kokan, bir yaşlı kadına ihtiyacımız oluyor.
"Allahım çok şükür" desin diye.
Biz bunu demeye çok utanıyoruz.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

"Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir.”

Herman Hesse bunları dedi diye siz rahatladınız mı bilemem. Ben bazen rahatlıyorum. Çoğunlukla da mutsuzlanıyorum bilhassa hava yağmurluysa filan. (Mutsuzlanmak kelimesinin telifini tam burda alıyorum.) Kendisi bu resmi, böyle sözler etmeden önce mi yaptı, onu da bilmiyorum. Madem sistemden kaçamıyorduk; keşke anaokulunda arkadaşım olsaydı bu adam diyorum bazen. Ben o yaştan sonra caymıştım çünkü, ağaçları maviye boyamak hevesinden.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

pediatri

denizin ortasında duruyorduk. orta yerinde denizin. hava almaya çıkmışız bir de utanmadan. boğaz havası.

dün bir polis gördüm. caddenin orta yerinde. elinde silah vardı. korktum. bir çocuk büyümesi geldi aklıma. gün aşırı gördüğü bu silahlarla. yanmayan yerlerini karla kaplaması geldi. aklıma.

bir oyun izlemiştik geçtiğimiz sene. sahnenin önü kocaman cam kaplıydı. oyuncular japon balığına dönüşüyordu burdan bakınca. kulaklıklar vermişlerdi. müzedeymişiz sanki. içerinin dekoru çoğunlukla hastane odası. son oyunmuş. galiba ondan doluymuş. kapandı sonra tiyatro.

"kimi sevdin de böyle güzelleştin?" diye sordum kadına. bu kadın bu kadar güzel değildi. gözlerine uzun süre bakılmıyor artık. saçlarını atmazdı kulağının ardına. film artistleri gibi, atıyor şimdi. gülümsedi kadın. susuverdi. soru, cevaptan çok daha önemliydi.

yan bardan gelen müzik ruhumuzu aldı. hiçbir yere kımıldayamadık dakikalarca. "ne güzel" dedi. "hayat gerçekten varmış gibi."

bunu deniz söyledi.

"beşiktaş'a giderken kimse nazlanamaz."

bunu da bir başkası. söyledi.

"kavgalansak diyorum bazen, o yerden nasıl çıkıp da bir hışımla gideceğim ben. o uzay mekiği binaların arasından... arkaya baktığımda artık göremeyeceğim penceresinden."

bunu da ben kendime. söyledim.