20 Aralık 2015 Pazar

Konveksiyon

Şu yaşıma geldim, daha ne kadar yaşarım bilmiyorum, (filmlerde de mi böyle söylüyordu?) sümbülün "ben alayım" dediğine inanmadım hiç. İnsan dışında hiçbir varlık, sanıyorum kendini ala filan görmez. Altın oranı doğa bilir, onunla övünmek bile bizim haddimize düşer. Ne güzel böcekler var biz öyle diyoruz diye. Ne güzel dağlar var perçemlerinde karlar... Görüyoruz. Diye.

Ama insan kendine mal ettiği için böbürlense de, asla incinmiyor kendisinden aşağıda bir varlığın tavrına. Yani; güzelliğine, rengine, ismine karar verdiği bir varlığın...
Kerteriz olarak yine benzerini alıyor ve benzerinin ona acımasız muamelesini yaşayan herhangi başka mahluk zaten yapamıyor. İnsana mahusus haller var ki burda; edilen sözün ayrıştırıcı önemi gözümüzü çıkarıyor. Bkz. Konuşabilen varlık olarak insan. (burda hülasa deriz, oturur) Efendim yani, hülasa; özünde sözü barındıran kandırmak ve inandırmak meseleleri insanın üç günlük ömrüne mahsus bir vaziyet ki zannımca, bir taraf hayat seyrine kondurduğu çalımdan son derece mesut olurken, diğer taraf, kendi yazgısının iplerini zaman zaman gemici düğümü yapan bu hususlar vasıtasıyla içsel bir haz duyuyor. Acının şiddeti dilini uyuşturuyor. Bu uyuşuklukla, yiyor bir süre çiğ tavuktan hallice hayat gayelerini. Sonra tekerrür ve yine tefekkür. Haliyle.

Telkin, el uzatsan sarabileceğin yakın kişini sakinleştirmek üzere giydiğindir. Telkine muhtaç olan insan yavrusu; 2. günündeki cenaze evinde, merhumun birinci derece yakınlarından biri gibi, terliklerinin nerde olduğunu unutmuş, yediğinden içtiğinden kekremsi bir tat alır hale gelmiş, isteklerine dair her soruya istisnasız "fark etmez" cevabını vermeye başlamış, ağlamaya mecali kalmamış, komşu çocuğun pantolon askılarını göz hapsine alıp, ordaki mor balıkları çoktan incelemeye başlamış genç kadınlar misali savunmasızdır. Meyillidir inanmaya. İster hatta. Sizin ince sözleriniz, onun yumuşak yatakları olur "şimdi uyusam da şöyle üç ay uyanmasam" dediği. Sonra siz, hiç oralı olmadığınız laflar etmeye başlarsınız gelecek zamana dair. Medet, sizden umulmuştur fakat siz muhataplığınızı çok başka zannetmişsinizdir. Diyecek gücü kendinizde bulursunuz, otobanda üryan kalmış sümüklü böceğe: "Bir şey olmayacak" diye hatta; kendinizi de işin içine sokmaya çekinmezsiniz. Dersiniz ki mesela, "Ben sana tıpkı kabuğun gibi, ceketler getiririm fosforlu, böylece üşümezsin. Hem seni görürler ve ezmezler canım sümüklü böcek." Sümüklü böcek ne yapar? Başını öne eğer, "Peki" der. Bundan başka bir şey söyleyemez genellikle. Küçük gamzeleri azıcık belirir. Bununla birlikte siz, saatin 17:25'i göstermesiyle masadaki kalemliği 35 derece sağa kaydırıp mesaisini başarıyla tamamladığını kendine ifade eden, akabinde karakteriyle ilgili kısa bir internet testi çözüp zihni boğumlanan bağnaz devlet memurları gibi; bayat çay kokulu odaları terk etmeye koyulursunuz. Sümüklü böcek ordadır ama. Işıkların pespayeliğinde.  Ve hala üryan. Bahsettiğiniz fosforlu ceketlerin aurasında... Kalakalmıştır.

Sevgili çocuklar; bencileyin, boktan çağımızda milletimizi her manada medeni ve sosyal bir toplum olmaktan alıkoyan bir diğer büyük mesele, "heves kırmak" meselesinin ardından bu "telkin" mevzusunun hafife alınması, anlaşılamaması; telkin adı altında bir nevi gelecek cambazlığı yapılmasıdır. Fakat siz lakayıt iplerde parende atarken efendim, muhatap alan o içten yoğuşmalı, merhum yakını sümüklü böcek jet hızıyla içine çekilmeye başlar. Bu iç acısının şiddetinin göğüs hizasında gerçekten duyulduğu ve geniz uyuşturmak suretiyle bulanık yutkunmalar açığa çıkardığı ise büyüklerimizce hala anlatılmaktadır...

Marc Chagall - The Walk1917

11 Aralık 2015 Cuma

Steinway & Sons

1500 yıllık camii önünde pişi yiyen abla. saydam-beyaz poşetindeki düzineden bir tane çıkarıp, yağlı-temiz elleriyle kocaman bir ısırık alıp; zevkten gözlerini üç saniye kapayan abla, "ben geçmişi unuttum"

bunu aynen böyle söyledim içimden. 1500 yıllık camii önünde. kimsenin fakir olduğuna inanmak istemiyor ve zenginlerden hiç haz etmiyorduk, işte tam o anda... söyledim.
28. işim dolayısıyla kadınlara 'ablacım', erkeklere 'abi' ve iş arkadaşlarıma da yine 'abi' demeye başladım. dilim zıvanadan çıktı. bugün. 1500 yıllık camii önünde. fark ettim ki ben, unutmuşum "sübhaneke"yi yanlışsız okumayı. ellerimden kaçıp gitmiş halat çekme oyunu. mecalim kalmamış kestanelerdeki katkı maddesini düşünmeye ama; cesaretim var hala "kafam kadar yapmışlar bu kestaneleri" demeye.
bir bilge gelmedi bugün yanıma. oysa ki gelsin diye bütün kuytulara girdim, bütün iskemlelerinde çay içtim izbe görünümlü çayhanelerin. ellerimi ısıttım kahvelerin kumunda. ısırdım dilimi. ısırdım. eski kitapçılardaki kedilerin sökük kuyruğunu. üfleyip yedim, rafa kaldırdığım çingeneleri. (böyle devam edersek ne eksiğimiz kalır ikinci yeniden)

"bir çift lafına muhtacım, al yanına" diyordu, merdivenlerden üçer beşer iniyordu. şaşırtıcı olan; önünden sekerek kaçan kadın, bu aceleci adamdan çok ötedeydi, ilk adımı diyorum, kovalamaca başlamadan ne kadar zaman önce atmıştı acaba?

kadın eteklerini topluyordu, senkronize kaçıp ara sıra sendeliyordu. kah bir külkedisi, kah bir kurşun asker oluyordu.
adam... hikayeleri damağında büyüten, kendiliğinden sakar bir andersen.

akşam oluyordu. galata kulesi'nin küçük pencereleri ve eminönü; aynı sadelikte ışıyordu. o insanar. orda değillermiş gibi. eskiler de hiç olmamışlar. tüm ihtişamıyla zihin oyalayan kocaman bir dans salonunda, yalnızca merdivenlerden iniyorlar sanki.
inip; gri ıslak parlak, civadan bir zeminde içe çekiliyorlar. bütün sesler diyezden.

hepimizin etrafında bocaladığı ortak bir arzu vardı ki aslında emindik; toplu taşıma araçlarındaki sohbetlere maruz kalmayı bırakmamız icap ediyordu.

oturup kendimizce bir kumar oynadık sonra. 1500 yıllık camii önünde.
pişi yiyen abla, ben, kovalayan adam ve gelmeyen bilge.
saydı bilge, kardı dağıttı kağıtları. döndürdü kum saatini, koydu masanın kenarına.
hadi dedi, oynayalım öyleyse. önce sus, sonra başla -bir çift lafına-
Triad Stage's The Glass Menagerie