28 Nisan 2016 Perşembe

üç

Çok trafik vardı, çok uyudum yollarda. İki saat önce Beşiktaş'ta bindiğim minibüsün şoförü sandım gözümü açtığımda Bostancı'daki şoförü. Vapurda da sızıp kaldım bir ara. Bir kadın çakmak istedi, elimdeki sigarayı aldı ve gösterdi çöp tenekesini. Ben bu kadar uyumazdım, sevemez olmuşum. Canım sıkılmış belli ki.

Gün içinde bir de şunu fark ettim yeniden: İnsan kendine iki yüzlü... Kendi geçmişini düşününce değil; geçirdiği acıları başkasına anlatıyormuş gibi düşününce doluyor gözleri.

8 Nisan 2016 Cuma

Dirim

*"baygındım/ölüydüm/yüzüyordummorbirsuda..."

Mevsimin dönüşü değil, yüzümüzü güldürüp, göbüşümüzü kımıldatan sadece
"akşamın hissi"
Ama tabii bunu başka herhangi bir mevsimde yaşayamazsınız ve herhangi bir başka mevsim; insanlar, kediler, örümcekler ve taburelere aynı anda gelip atomlarını kımıldatmaz. Kış mesela; yalnızca çocuklukta yaşanır. Siz büyürsünüz Kış; kar yağışı ve bal peteklerini aynı heyecanla karşılayan o çocuklarda kalır. Sizdeki tüm aceleci sevinç, yerini unutkanlığa bırakır. Gönül gözünüz açılır ve o kocaman evrende sadece yoldaki karla kaplı çamurları görür. Delicesine üzülür gördüğüne. Bu.

"E, unutkanlık; insanın kendi gelmişine geçmişine pervasızca küfretmesine benziyor böyle bakınca." Demiş olsun haminnem şimdi. Herneyse.

Akşamın hissinin ne olduğunu ise; bahar ayları başlangıcına beş yaş civarında rastlamış herkes bilir. İç kımıldatan bir fotoğrafa bakmaya döner zaman. Hiçbirinin hakkı ödenemese de; bizi sevindiren ne kuşlar ne böcekler ne de ağaçlardır. Sadece pencere bakışına yamanmış güneşe, bilyeyi tutuşuna işaret parmağının; yansımasında sulara kızılın, anneye koşuşunda üşüyüp durulan yanakların, yahut bir türlü bağlanmayışında ayakkabıların, karanlığın dürtüsüyle, lezzetlenişi sarı leblebilerin... bir de asıl rengini kavramanın duvar dibinde duran bisikletin, havası inik plastik topların.
Sevindiren işte bu, sadece kalan. Kalan ise, insan yalnızlığında yaşanan o birkaç saniyelik his. Tüm mevsimi kucağımıza hiç sarılmadığımız birini özlüyormuş gibi; yalın şefkatle konduran bu. Boğazımızın tatlı düğümü de bundan ibaret. Gelmeyeceğini anlamanın öfkeli hüznüyle; görmüş, biliyor olmanın tuhaf mağrurluğu. Sarılamayacak kadar uzak olsa da, buradalığını hatırlatması, kokusu ve rengiyle...

Bunu bugün anladım. Bir fotoğrafa bakınca. Büyükada'da, tam o his anında çekilmişti. Çerçevesi bir pencere yarısından dışarıyı görüyordu. Tül perdenin kımıltısı da girmişti içeri. Dışarda az ötede bir başka evin duvarı, sol tarafta eriyişi güneşin, ve yine duvar. Hiçbir şey yok bu fotoğrafta. Fakat görseniz, bayılacak gibi olursunuz. Mideniz kımıldar aşık gibi yahut korkuyor gibi delicesine; bilmediği canavarlardan. İkisi de aynı aslında.

İçinizi kamaştıran da sadece bu. Atılıp, satılamaz bu his. Koca mevsimi bir mavi minibüste geçirseniz dahi kokusunu sızdırır. Peşinden gitmenin astronotlar dahil hiçbir canlıya zarar verdiği görülmemiştir.

Derkeeen, bir rüyasını anlatmaya koyulsun burda haminnem. Kulak kesilmeye başladığım yerinden anlatayım. Ah, bu arada çocuklar; bahar sevinciyle karıştırdığınız o akşamın hissi içinize yapıştığı an, onu lütfen sadece sevin. Size asırlar önceki atalarınızdan kalan solumsuz tek çiçek budur...
Ve ruya:

"İşte yavrum, ben ölürken kendime bile çaktırmıyorum öldüğümü. Kendi cenazeme astronot kontenjanından katılıyorum, locayı veriyorlar, viskim geliyor önüme, havada parende atıyor yudumlar. Herkes öyle yiyip içtiğime inanıyor. Çünkü astronotluk bunu gerektiriyor. Ben o yudumları yakalamaya uğraşırken kendi cenazemi kaçırıyorum. Çiçeklere boğuluyorum aniden. Islak toprak zihnimi açıyor. Bir gülüp on hıçkırıyorum. Diyorum ki, 'Ave Caesar! Morituri Salutamus' Bunu da aslında her şey olup bitmeden söylemem gerekiyor. Yine zamanlamayı yanlış yapıyorum."

Ağustos, 2014 Kaçkar Dağı eteği