21 Ekim 2016 Cuma

Passeriformes

Kar yağmaya başladı. Biz pencerenin önündeyiz. Önünde değil tabii, ardındayız. "Haydarpaşa'dan trenlere binemeyeceğiz değil mi artık?" dedin. "Binemiyorduk zaten uzuncadır. Binemeyeceğiz de maalesef evet. Küçük sırt çantanla Kadıköy'den pıtı pıtı koşamayacaksın gara doğru ve ben incecik boynundan uçuşan mavi fularını zamane kahramanları gibi havada yakalayamayacağım öyle yüksek kare..." Böyle demedim. İkimiz farklı şeyler için üzülüyoruz çünkü, çok zamandır. Ne için sevindiğimizi ise kestirmek biraz güç oluyor.

Yalnızca akşama doğru iyi hissediyordum. Yıllar geçiyor; ben o tüm irili ufaklı günlerde, sadece akşama doğru, havada asılı kalan kısacık bir zaman diliminde yaşadığımdan memnun oluyordum. O an ne yaparsam yapayım şahane geliyordu. Evden gün boyu çıkamayıp 16:30 civarında manava bu yüzden gidiyordum. Patates alıyordum çoğunlukla. Akşamları oturtma, sabahları yumurta. Ama patatesli. Hızlıca dönüyordum, belediye otobüslerine binemiyordum uzaklaşırım diye. Hava kararınca uzakta olmaktan da korkuyordum sanırım o sıralar. Hala öyle.

Patatesleri yiyoruz. Her yemek yiyişimizde çocukluğumuza öykünüyoruz. Yanmış yağ kokularına yakınlığımız hep bundan. Biliyorum böyle bazen bize neyin iyi geldiğini fakat; nelerin iyi geldiğini düşündüğümde zincirleme çöküyorum. İspanyolca şarkıları söyleyen o eski adamlar kendilerini plaja doğru gittikleri için neşeyle kutsuyorlar. Ben mutsuzluğumdan utanıyorum. "Tanrı'nın da gücüne gidiyordur, günler doğuyor bak yazıktır..." diyorum kendi kendime. İşe yaramıyor. Patatesleri yiyoruz, uzunca uyuyoruz ve patatesleri yiyoruz yine sabahları.

Ölümlerin ne anlama geldiğini anlıyorum, öğrenecek çok şeyimiz olduğunu gidişinden evvel idrak ettiğimiz Vakur Hoca gidince. İnsan, eğer inandığı bir kişioğlu varsa, acaba ne diyecek diye el göz senkronizasyonuna dalmışsa birinin; izafiyet teorisine bir kez daha tapıyor yan yana olduğu anlara değer biçerken. O gitti, dahi ve dahi demenin farkını da anlatmıştı en son. Şimdi şapkaları koyamıyorum. Nezaketin boyun büken tarafını da baş üstüne koyacağımı hemen akabinde sindirmiştim. Ben mi geri kafalıyım, var olmadığım bir geçmişe derinden sevgi besliyorum; yoksa saltanatlar avucumuzu kemirerek dokunulmazlık mı yaratıyor kendine de, kaygılı yeniliğe müptela oluyoruz? bilmiyorum. İnsanlar bir araya geldiklerinde, hava tahminleri dışında da konuşacak ortak alanları olsun diye, onca "yeni şey" yapılıyor belki. Kentsel dönüşümün bir açıklaması da bu olmalı.

Köhneliklerle avunuyorum. Kısa boylu kadınlar bana 90'ları anımsatıyor. Bir tek artık saçlarını Bendeniz gibi kestirmiyorlar. Hüzün mazisinde ne ile mutluluklar saçacağımı seçemiyorum. "Beni Minik Kuş büyüttü" diye bağırasım geliyor böyle sokağın orta yerinde bazen. Benden önce bağırıyor adamlar. Birbirlerine, şoförlere, kasiyerlere, karılarına, karıları olmasını istediklerine, poğaça simit alalım diye bazen, çay alalım diye, almayalım diye ve inmeyelim diye mini etekle ne bileyim vapurlardan. Onu, yangından ilk kurtardılar.

Sığınacak bir tarafa rastlamazsan geçmişinde, yemeklerin içine gömülmüş lezzeti; kekik, sarımsak, limon, mandalina ve erik içi tadı; bir de yanar gibi yapan yağların kokusu, patates ve şu tavuk butları ve hatta jelibonlar kimi zaman... öyle güzel geliyor ki. Apartman boşlukları mesela, bir ufak sarı ışık, pencere kenarında kendine yer edinmiş fazlalıklar, mutfaktaki kırmızı fayans, o çıkıntılar deterjanlara yer veren, bibloların ipleri, guguklu saat, karın yağışı... Bir de birkaç koku. Sabun kokusu mesela. Ah ağaçların dokusu, hışırtısı tabii. Bununla kalıyor. İşte bunun gibi, çok da basit bir yandan kendine yeni bir zaman yaratmak. Kurtulmak da keza öyle dilediğince.

"Bana neden böyle yapıyorsun?" Dedin. "Neyi, nasıl yapıyorum? Ah, yoksa üzdüm mü, kırdım mı seni..." Elbette böyle söylemeyeceğim. Radyoyu açıyorsun. Evden çıkmayacağız. Bana sorduğun soruların cevaplarını kendin hazırlıyorsun. Bir tek onları duyabiliyorsun. Bir de bahçede olduğunu varsaydığın dağ baştankarasını. Üzüldüğüm tek şey, bir enstrüman çalamıyor oluşum artık. Patatesleri soyuyorsun. Mavi fuların koltuğun üzerinde. Zamanın geçişi bir işe yaramıyor. Ben kırılmış camları ezmek üzere, sakince çoraplarımı çıkarıyorum.

Blanc filminden. Ynt. Krzysztof Kieslowski, 1994