12 Aralık 2017 Salı

ford consul

"bunca düşmanlık niye?" diyorum, dünya barışı istiyorum sanıyorlar.
depresyonun en önemli sebebi var. bunu bazılarımız biliyor. diğerleri az yağlı yiyince geçecek zannediyorlar.
kötülük sürekli hale gelince o bile rutine dönüyor. böyle yaşamaya kimileri alışkanlık diyorlar.
bir komiser ve bir muhtar vardı. "burası beyoğlu" diyorlardı. "olur böyle şeyler"
istanbul şehri insana perişanlık veriyor. bunu kimileri mutsuzlukla eşdeğer görüyorlar.
müzelere gitmek için de şengen gerekiyor. tabloları çalanların hiç suçu yok değil fakat işte devede kulak.
"nasıl bu kadar kötü olduk" diye isyan ediyor birisi. sen o değilsin. insan akrabalarının zulmü seni suçlu yapsın diye niçin böyle ısrar ediyorsun?
ali'yi ben dövüp öldürmedim ve isa'yı germedim ciğerleri parçalanana kadar. çocukları açlıktan bayıltmadım ve tecavüz etmedim hamile kadınlara, hamile olmayanlara, çocuklara ve bebeklere tabii. ah peki hayvanlara? yok daha neler.
kardinaller kazar birbirinin kuyusunu da, bakkallar tutuklanır uyuşturucu sattıkları için.
sıkıştık kaldık kurbağalar gibi boynundan asılan okul bahçesindeki demirlere. tuzlu sular atsınlar diye üstümüze, sonsuza kadar bekleyecek gibiyiz.
ah, biz demek bana ar geliyor ve sevmek bitabii.
önce kendimden mi başlamalıyım temizlemeye pislikleri. zırhların üzerinde biriken irinleri.
içeriye hava gelsin diye açtığım tüm pencerelerden hava gazı sızıyor oysa.
uykumda ölmeyeyim diye ısrar ediyorum, metrolarda ölmeyeyim, patlamayayım diye. uyandığım an deli gibi korkuyorum halbuki. "halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta."
bunu da bazılarımız biliyor. diğerleri.. onlar az yağlı yiyince geçecek zannediyorlar.

Portrait of the Poet Alonso Ercilla y Zuniga, El Greco, 1595

4 Aralık 2017 Pazartesi

insan bazen ölülerin yanında olmak istiyor. ölmek istemekle aynı şey değil bu. 

6 Kasım 2017 Pazartesi

Müştemilat

Kadının beyaz gömlekler giydiğini görüyoruz önce. 'Gömlekler' mi dedim ah, gömlek diyecektim. Yani yalnızca bir tane. Kadın yatak odasında. Nevresimler de öyle beyaz.

Yaşadığımız ev genellikle limon kolonyası kokuyordu. Fakat bayramlarda tütün kolonyası da koktuğu olurdu.

Kadının kulaklarının önündeki saçları tükürükleriyle kıvırmasından devam ediyoruz. Ne derler ona, özgün bir ismi var ama şimdi aklıma gelmiyor. Perçem değil.

Yaşadığımız evde genellikle hüküm süren bir his vardı, kaşındıran bir acı hissi. Sert keçeyle dokunmuş minderli sedirlere pijamayla oturunca yaşanan o kaşındıran acı hissinin aynısı.

Aynanın önünden kalkıyor kadın. Gömleğinin uzunluğunu görüyoruz. İnce bir elbise bu. Saten değil, keten değil. Sakin göğsüne dokunup aşağıya doğru uzanıyor. Kadının nefes sesi usulca geliyor göğsüne doğru bakınca.

Halılardan arta kalan kısımlarda beyaz benekli gri beton görülür, tam görünce soğukluğu hissedilirdi. O evde pek üşümezdiniz ama, soğuğun tehdidini sürekli ensenizde duyardınız.

Kadın arkasını dönüyor, bize bakacağını zannediyoruz, mahremine girdiğimizi düşünüp tedirgin oluyoruz. Bize bakmıyor, hemen yanımıza doğru seyiriyor gözleri. Bir ahşap iskemle sesi geliyor arkamızdan. Biz kadını izlemeye devam ediyoruz. Biraz da ondan aldığımız cesaretle.

Kışın is kokusuna karışırdı salonun kokusu. Bir tek perdeler yeni görünmek için uğraşmazdı. Çarşıdaki ayakkabı boyacılarına benziyordu tüller. Tütünden sararmış elleri ve bıyıklarıyla. Heveslerini çoktan bilmediği bir zamanda bırakmış ayakkabı boyacılarına benziyordu. Herhangi bir dürtüden uzakta. Ne yapacağından emin, kararlı fakat yılgın.

Yanımızdan geçip gidiyor kadın. Kıvırcık saçlarının birazını arkadan toplamış. Kokusu leylak gibi, Bahar gibi. Pencereyi açıyor, sesini işitiyoruz, rüzgar ensemizden vuruyor. Bahar yeni gelmiş, hava henüz serin. Bu sefer rüzgarın uzattığı tüller yanımıza ulaşıyor. Biz hala karşıya bakıyoruz. Yatağın bir kısmı, tuvalet masası ve kapı görünüyor. Ardımızda kaldı kadın, eskidiğini sandığımız pencere, iskemle, Bahar, beyaz gömlek yahut gömlek değil düpedüz elbise... Yalnızca tüller yanımıza dek uzanıyor. Sahi o iskemlede biri mi vardı? O iskemlede oturan gözlerini bizimkinin hemen akabine dikmiş. O belden aşağısı felçli adam. Hani 40'lı yaşlarının sonlarında. Hayır o yoktu.

Soba yanarken akşam olunca, bir tek o zaman yaşam içten bir hal alırdı. Sizin yanınızda ve sizinle birlikte. Bilirdiniz ki gördüğünüz tüm kuşlar yarın sabah da uyanacak. Zemin beton, tavan ağaç. Limon, tütün ve leylak kokusu. Pencereleri beyaza boyamazsanız sanki bu sefer, biraz daha soğuk olacak.
La rousse au caraco blanc, Henri de Toulouse-Lautrec, 1889




20 Ekim 2017 Cuma

Yarım Kalacak Bir Öykünün Başlangıcı

Güleceğim, önce herkes bir gülsün de. Ağlamak için de sıramı bekleyeceğim. Burası benim değil ama ben de burda değilim. Zararını göze alamam ve sevaplarını... Almayacağım.

İstanbul, 27 yaşındaki Melek'i tam üç yılda, o beş çocuklu; asgari, yeşil sabun anneler gibi yaptı. Her yemek bitiminde tükürüklerin yağa bulandığı, domates çekirdeklerinin beceriksiz parendeler attığı; o hani herkesin nasibini aldığı salatanın kalanını lavabonun önünde ayakta yiyen anneler vardır ya, işte onlar gibi yaptı. Yine de tat aldığını sanıyor sirkenin rayihasından.

3 Eylül 2017 Pazar

Ruyamda evin içinde büyükçe bir kurbağa belirdi. Atladığını görene dek, kurbağanın kurbağa olduğundan şüphe ettim. Atladığında, anneme seslendim. Korku yoktu içimde. Kurbağanın ağzı, insan ağzı.

 "Nilüferin üzerinde kurbağa
Ama suratını nasıl da asmış?"

 Diyen haikuyu okuyunca şimdi, aklıma ruyam geldi.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Keklik Dağlarda Çağılar

"Buralardan gideceğim" deyip duruyor Ekrem. Zeynep'i seviyor. Fahri Kayahan dinliyor her akşam. "Seni almak için binbir belaya bu canım hazırdır Zeynebim..." diyor Malatyalı Fahri. "Seni ruhumdan fazla sevdim" diyor üstüne. Biliyoruz elbette, abartmıyor. Lakin anlayamıyoruz. Aklımız müsaade etmiyor. Allahım diyoruz nasıl bir sevgi bu... Malatyalı için diyoruz bunu ama; Ekrem üzerine alınıyor. Sanıyoruz Fahri ile derinden bir gönül bağı kuruyor, ister istemez.
Ekrem çobanlık yapıyor, hayatla inatlaşıyor. Yaşadığı yeri çocukluğu pahasına seviyor. Koyunları, inekleri seviyor, yaşadığı yerin ardından. Eğer bir de doğurdularsa, katlanıyor sevgisi. Kendisi yemiyor, onları doyuruyor. Öpüp okşuyor. Konuşuyor onlarla. Ha bir de Zeynep'i seviyor söylemeye ne hacet! Onunla da konuşuyor sanıyoruz geceleri. Onunla konuşmak için Zeynep'e ihtiyaç duymuyor fakat. Zeynep ortalıkta yok, hiç birimiz görmedik, bilmiyoruz.
Ekrem rakı içmiyor, kendine itiraf etmek için kederini, hiçbir art niyete gereksinim duymuyor. Biz beceremiyoruz. Araya bir takım vericiler yerleştiriyoruz ki daha az yansın diye canımız, daha az yalanımız olsun diye ruhumuza...

İnsan sevdiği yerden gider mi Ekrem, hele ki bulmuşken diyeceğim eğer sorarsa. İnsan yaşadığı yerle inatlaşır mı Ekrem diyeceğim. Diyeceğim ki Ekrem, insan kendine yapılan bunca zulme böyle şefkatle yaklaşır mı?  insan bir kere gördüğü bir kızı ömrü pahasına sever mi Ekrem...

Yeni doğmuş bir kuzu duruyor kucağında. Ekrem, yaşayan insanların en zararsızı. Olduğu yerden hayatı kutsuyor. Bir türkü tutturmuş gidiyor: "Kalbimin yarası gözle görünmez.. Al canımı çektirmeden çilemi... Gül idim açmadan koptum dalımdan, ancak yarim bilir benim halimden."





27 Mayıs 2017 Cumartesi

Mısra 542: …tunç devri / Oğuz Atay

Kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilim adamlarımızın kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir altın devri olacaktır. 

Bir kısım ilahiyatçılara göre bu devir, İsa’nın İkinci Gelişi’yle aynı zamana rastlayacaktır. 

Tunç devrinde insanlarımız arasında, birinci sınıf vatandaş, ikinci sınıf vatandaş ve halk şeklinde yapılan ayrım ortadan kalkacaktır. 

Umumi nakil vasıtalarında biletçiler, halka, bay ve bayan gibi kaba tabirlerle hitap etmeyeceklerdir.
Şoförler halka eziyet etmeyeceklerdir. Bozuk para bulunduracaklardır. 

Köylüler, en kalın elbiseleriyle, güneş altında çömelerek saatlerce devlet kapısında beklemeyeceklerdir. 

Apartman kapıcılarının saltanatı sona erecektir. 

Kalabalık caddelerde oyuncak satan esmer adam, kemer satan ve olduğundan yirmi yaş fazla gösteren adam ve küçük şişelerde ne olduğu anlaşılmayan bir sıvı satan ve sarası yüzünden sık sık kaldırımlara düşen adam ve meyhanelerde fıstık satan gözlüklü genç adam ve gene meyhanelerde kasap oyunu oynayarak hayatını kazanan Koço ve artık yaşlandığı için rakı isteyince şarap getiren garson Tanaş, bu zavallı durumlarından kurtarılacaktır. 

Herkes istediği mesleği seçecektir. 

Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgâhtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır. 

Delilerle alay edilmeyecektir. Mahalle çocukları böylelerinin peşine takılmayacaktır. 

Para kazanamayanlara serseri denilmeyecektir. Babalar, kızlarını her çeşit insana vereceklerdir. 

Sokak köpeklerinin durumu düzeltilecektir. 

Çocuklar, masallarla ve Allah’ın vereceği cezalarla korkutulmayacaktır. 

Taşradan gelenler, şehirde doğmaktan başka meziyetleri olmayanlar tarafından hor görülmeyecektir.

Kurnazlık ortadan kalkacaktır. Bu konuda sıkı tedbirler alınacaktır. 

Yüreğimizi ezen bu sıkıntı, başımızdaki bu ağırlık kalkacaktır. 

O zaman, bin yıllık saltanat başlayacaktır. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha sürecektir. Bin yıl daha, bin yıl daha…

"Decisive Moment" Henri Cartier Bresson




23 Nisan 2017 Pazar

Füsun

Şu yaşıma geldim, yapabildiğim en yüce şey: çocukluğumu kutsamak. "kutsanmış çocukluğum adına" adındaki süzgecimden geçiriyorum. geri kalan hiçbir şey içime sinmiyor. süzgeç deyince de aklıma elek geliyor. bilmeyen bilmez, bilmeyenin bilmediğini biliyorum. elek üzerinde kalanları ve altına geçenleri iki gözümün beneği gibi iyi biliyorum. süzgeç deyince aklıma elek geliyor. yadsımıyorum. insanlar birbirlerini yalnız bırakarak yalnızlığı tercih ediyorlar. annemin babama yaptığı, benim babama ve anneme yaptığım, babamın da benim bilmediğim insanlara yaptığı sanıyorum ki bu. işler sona erince kendime işler uyduruyorum, işlerimin birlikte sona erdiği kimselerle aynı toplu taşıma araçlarına binmeyeyim diye. bu bana zul oluyor. beyaz yakalı filan değilim, o yüzden böylesi bir durum zaman zaman başıma geliyor, fazlasıyla çabalıyorum ayrı kalmak için.
vakit çoktan geçmiş gibi geliyor fakat, bu geçiş bir ileriye gidiş değil asla, bu sebeple zorlanmıyorum sanki. oyalanmak için fazlasıyla yorucu etrafımı saranlar. kişioğlu böyle böyle haddinden fazla yemek yiyor yahut sapkınlıklara sarınıyor sanıyorum. "her nerede değilsem orda iyi olacakmışım gibi" de gelmiyor, çünkü bu iyilik kimseye bir faydası olmayan bir oyalanıştan ibaret olacak, bunu da elek mevzu gibi biliyorum. schrödinger'in kedisi gibi bir füsun. bu aldanmada hep daha azı, daha da fenası var fakat; sadece bilmediğimiz bir ikinci ihtimal düşüncesi, daha ileriye gitmek için yetiyor. devam etmeye yani. ne garip. herkesin bilmekten korkutuğunu herkesin içinde söyleyince kimse yadırgamaz. bir kişi bile yadırgarsa bu, ileriye dönük fark edişin kapısını aralar. sıhhatimiz için, kimse yadırgamaz. söyleyen alışana dek... sonra restoranlara gidilir. eski filmler de çoğunlukla bundan bahseder, avrupa ve kuzeyde'de. (bunu yazan güldü)
kişi kendi cezasını ise kendi başına kaldığında, yine kendi yaptıkları üzerinden verir. kimi zaman da layık görmez kendini, yeterince saf olduğunu düşünmezse hak etmek için dilediği o tüm şeyleri. kendi kendini engeller. bunu da biliyorum, evet elek meselesi gibi, ya da olgunlaşmaya başlayan dutlar gibi yeşilden beyaza. her yerini biliyorum her yerini... bilmek ve sevmek aynı anlama gelmiyor elbette, öğrendikçe sevmek ise olgunluğu besliyor. sevmek öğrenilir, sevebilmek bir meziyettir. rüyaları dinleyebilmek ve şiirleri düşünmek.. öğrenilir. hayatının son yedi gününden bahsedeceğini söyleyen bir adamla başlayan bir şarkı vardı. adam bu sözü söyledikten hemen sonra preisner'in piyanosu giriyordu. şarkı bitene dek bir daha adamın sesini duymuyorduk ve şarkı bitiyordu. peki adam ne diyordu?

3 Nisan 2017 Pazartesi

sonrasındaki derin hüznü bildiğim hayat hikayelerinin artıklarına dayanamıyorum. birikimlerine, günlük ve mektuplarına... içimi fazlasıyla acıtıyor. keşke hiç olmasalar. van gogh'un kardeşine mektupları, yahut pessoa'nın hayatının aşkına... okurken sonrasını, ordaki çaresizliği biliyor olmak içimi fazlasıyla acıtıyor.

28 Mart 2017 Salı

bilinç akışı

"Unutulmamak için ölmeyi mi bekleyeceğim?"
"Zeki Müren beni rahatsız etmiyor, fotoğrafı da. Büyük hali şöyle, kalsın burda."
"Zaman geçmiyor gibi oluyor, kimsenin yaşlandığını anlamıyorum. Çocuklarımız yok diye mi?"
"Geçmişten birini gördüğümde, yaşama yeniden güven duyuyorum."
"Akrabalarımı reddetmeseydim keşke."
"Onlara nasıl olduklarını sormak için çok geç kaldım."
"Tahammülüm kalmadı, görmeye bile."
"Atlatamadığım şeyler var, beni böyle kabul edin."
"Fazlasıyla yorgunum, yetişemiyorum, karıştırıyorum sözcükleri"
"Böyle anlarda, orda olmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum."
"Ya da yakınsak, ancak o kadar kalabiliyorum"
"Daha nazik oldum zamanla, kendime bile."
"İncitmekten ürküyorum, kendim için aşırıya kaçıyorum."
"Bir proje gibi, berraklaştım kendime. Gidebileceğimiz başka bir yer varmış gibi"
"Yanlış yerde olduğumu hissediyorum çoğu zaman, her bakımdan."
"Savrulmuşum gibi"
"Tasarlayıp da, başaramamışım gibi"
"Bu dünyanın nimetleri, heyecanları, acıları ve oyunları bana göre değilmiş gibi"
"Rüyalar görmek istiyorum."
"Hastalanmaktan korkuyorum"
"İhtimallerimin yok olmasından korkuyorum"
"Kaybetmekten korkmuyorum."
"Gerçekmiş gibi davranamıyordum, artık yolundayım"
"Bazen fazlasıyla rahatsız oluyorum bundan"
"Ölmek istemiyorum"
"Yazık olur gibi geliyor"
"Ölürsem"
"Layıkıyla yapamadıklarıma"
"Görüp bilip bir de"

18 Mart 2017 Cumartesi

Supernova

İnsan bekleyip umut bağladığı şeylerin olmayacağını anladığı an, yeni bir güce bürünüyor. Umutsuzlukla kenara çekilmek anlamına gelmiyor bu. Kişioğlu kani olup, çabasını ve gücünü, inatla ve sabırla bıraktığı o koca boşluktan geri çekiyor sadece. “Tamam” diyor. “Olacağı yok.” Sonrası kısa süreli süper kahramanlık. Kendine tüm ihtişamıyla “Güç bende artık” diyebilir, hiçbir sakıncası yok. O gücüyle sakinleşip kendini toplayabilir, özünü yakalayabilir bile kim bilir. Ah tabii öyle bir ihtişam hala mevcutsa.

Çünkü kişi, o dönüm noktasına geldiğine, kendisini tüketip perperişan etmeden inanmıyor. Vazgeçmesi, bırakması için herhangi bir işaret bekliyor, ilahi yahut beşeri.. Buna rağmen genellikle bu ısrarının karşılığını ruhsal ya da fiziksel biçimlerde, her koşulda pek ağır alıyor. Kendisinin eski kendisi olmadığını, psikolojik girdaplarda boğulduğunu, hak etmediği muamelenin standarda dönüştüğünü, yahut böbreklerinin iyi çalışmadığını fark ediyor. Vücudu ağrı ve yara içinde kalıyor bazen de. Diyor ki, “Ah be süper kahraman, kendini ne hale getirdin Allah aşkına?”

Yanım omzum yenik süper kahramanlarla dolu. Boşluğa üflediğimiz ne varsa, sevinçleri de alıp gitmiş. Yine de bir yanımız kanmaktan vazgeçmiyor. Kanmayı direnmek ile eşdeğer tutuyor. Direnç gösterecek kıpırtımız yitiyor, dönüşüyoruz kendimizi aşağılayacak kadar. Metropollerde evsizleşen köy ağaları gibiyiz.

İç organlarımız birbirini tüketti, etkiye tepkimiz minimuma indi, uykumuz, huyumuz, suyumuz yitti ve sen süper kahraman hala mı demiyorsun "Tamam, olacağı yok" diye? Diyemiyor, bırakıp dönüşemiyor musun?

13 Mart 2017 Pazartesi

Vakar
















-Hayatımın bir döneminde sadece mavi giydim.
-Hayatımın bir döneminde sadece vegan beslendim.
-Hayatımın bir döneminde sadece erkeklerle birlikte oldum.
-Hayatımın bir döneminde sadece köpeklerle iletişim kurdum.
-Hayatımın bir döneminde sadece değiş tokuş ile geçimimi sağladım.
-Hayatımın bir döneminde sadece kitap okudum.
-Hayatımın bir döneminde sadece ekranlara baktım.
-Hayatımın bir döneminde sadece şarkı söyledim.
-Hayatımın bir döneminde sadece yiyecek satın aldım.
-Hayatımın bir döneminde sadece erkeklerden nefret ettim.
-Hayatımın bir döneminde sadece kendimi sevdim.
-Hayatımın bir döneminde sadece önüme baktım.
-Hayatımın bir döneminde sadece tanımadığım insanlarla konuştum.
-Hayatımın bir döneminde sadece küçük harflerle yazdım.
-Hayatımın bir döneminde sadece sol elimi kullandım.
-Hayatımın bir döneminde sadece radyo dinledim.
-Hayatımın bir döneminde sadece yazarak geçindim.
-Hayatımın bir döneminde sadece çocuklardan çekindim.
-Hayatımın bir döneminde sadece saçlarımı uzattım.
-Hayatımın bir döneminde sadece yakınımdaki kadınları avuttum.
-Hayatımın bir döneminde sadece kış mevsimini bekledim.
-Hayatımın bir döneminde sadece hayal kurdum.
-Hayatımın bir döneminde sadece düşlerime sığındım.
-Hayatımın bir döneminde sadece sinemaya giderken heyecanlandım.
-Hayatımın bir döneminde sadece yalan söyledim.
-Hayatımın bir döneminde sadece yalan söyleyenler ile ilgilendim.
-Hayatımın bir döneminde sadece yaşadıklarıma inanamadım.
-Hayatımın bir döneminde sadece ne yapacağımı düşündüm.

-Peki şimdi ne yapacaksın?

-Şimdi yeni bir dil daha öğreneceğim. Fakat bir daha insanlarla yan yana olmayacağım.

-Hayatının sonu mu bu?

-Sonrası.
...............................................

Not: okurken kelime atlamayın lütfen.

6 Mart 2017 Pazartesi

Gözdağı

Eğer biraz daha gelmezseniz; korkarım hepinizi unutacağım. O gökyüzü tasavvurlarının hepsi bir yana dağılmış olacak çünkü, unutacağım. Ezilmiş ekmekleri, mini delik yuvaları, ıslak kızıl dalları ve dikenini koca beyaz güllerin. Dalına doğru kızıllaşır o da, sivrildikçe yeşil. Tam ucu saydam gibidir, en acısı orası, yok gibidir.

Unutmaktan korkuyorum, ahşabını tavanın, duvardaki badanayı, sobanın yanışını. Kuzunun neşesini, yere yakın yaprakların toprağa karışmasını bitmez yağmurdan sonra. Çamura batışını meyve çekirdeklerinin. Örümcek ağlarını, üzerindeki damlacıkları. Üzümlerin yavrusunu, böceklerin sırtını, kanadını kelebeğin. Uykusunu köpeğin, uykusunda gülümsemesini. Ağaçların tepesini, yaralarımı saydığımı, hiç canımın yanmadığını, suyun akışını, yalancı gökkuşağını, gerçeğini, yavruağzını, yavruların ağzını. Gecenin kokusunu, sabahın ışığını, dağların sarısını, ateş böceklerini, sevmeyi, sevip durmayı öyle... ("Aman neyse" derler burda iç çekmeye alışmışlar)

Eğer biraz daha gelmezseniz, korkarım hepinizi unutacağım.
Tomer Ifrah, Moskova metrosunda çekmiş


18 Şubat 2017 Cumartesi

şekk

"Tanrım" dedi, "lütfen bana sabahın ilk ışıklarıyla yollara düşecek gücü yeniden ver."
ekledi: "gökyüzü ince yaz mavisiyken, cam göbeği, okyanus derini.. işte ne bileyim sen bunu biliyorsun çünkü sen yaptın ben inanıyorum, laciverte öykünen tatlı maviden bahsediyorum. hah işte öyleyken ve saat 7'yi geçmemişken henüz. saat 7 konusu seni bağlamıyor farkındayım tanrım ama sonrasına sabaha karşı demek bana ar geliyor ve biliyoruz artık o maviden civarımızda öyle pek görünmüyor.. neyse tanrım, hazır beni dinlediğini anladığımdan söylüyorum -çok şükür o kavrama yetisini kendimde zaman zaman buluyorum- hazır vermişken lütfen, bana bir güzel geyiği öyle canlı kanlı, öyle ahenkli boynuzlarıyla öyle beyazıyla burnunun üzerinde, öylece kendi doğasında, şu dünya gözlerimle görmeyi nasip et. mümkünse çorak olmasın ortalık, hepimiz ağaçlık yerde olalım, öyle dağlarda olalım geyikler ile...
tanrım bu kadar zor muydu azıcık güzel bir şeylere baksaydık, bu kadar mı zordu tanrım? bunca zamanı neden kaybettik? tamam, biliyorum sorulara cevap vermiyorsun. öyle.
şey.. tanrım ben vazgeçsem binalardan, türlü şekilli kahvelerden, kızartma tavalarından ve sahtekarlıktan. ve yalandan tanrım ve ikiyüzlülükten. ve soytarılıktan tanrım ve kalleşlikten, ve huysuzluktan tanrım aynı zamanda haylazlıktan. tanrım ben vazgeçsem şu onulmaz hırslardan ve güzel görünme hevesinden şu içimden akan irinlerle. tanrım ben vazgeçsem zorbalıktan, kendim gibi zorbaları kendime hedef almaktan. onlara karşı çıktıkça daha çok onlara dönüşmekten. tanrım ben vazgeçsem o tatlı şekerli kokulardan, o doğala özdeş çirkefliklerden. tanrım ben vazgeçsem kandırmaktan, kandırdıkça başa dönmekten tanrım. vazgeçsem ihanetten, kendime kötülük etmekten. yormaktan yorumlamaktan tanrım. vazgeçsem ben tanrım iyi bildiğimi türdeşimin gözüne sokmaktan, vazgeçsem tanrım sakin olamamaktan, ben öyle kör olmaktan, körleştikçe kendimi türlü yemişli ormanlarda sanmaktan tanrım. orgranik saman balyalarıyla mutlu olmaktan vazgeçsem tanrım ben illet saçmaktan. tanrım ben vazgeçsem oyalamaktan, gözlerimi şöyle şaşı yapıp otlamaktan.
biliyorum ki tanrım, gözlerimi şaşı yapacak gücün yarısıyla gözlerimi dört açacak güç de bende var. sen vermiştin. işte bunlardan, hepsinden, harfi harfine tanrım hepsinden.. vazgeçsem.
bana dağlarda, ağaçlarla kaplı dağlarda, bir güzel geyiği öyle canlı kanlı, şu ahmak gözlerimle, şu sahtekarlıktan medet uman gözlerimle işte, şu kahverengi, şu ihmalkar, şu hareli gözlerimle, şu çocukluğumu da görmüş, iyiliğe de bakmış, şu uyandığımı bana her yeni gün bir kez daha hatırlatmış gözlerimle. şu sabahın bir köründe; içinde eskiden hatırladığı hevesleri bulup -iyiliğe kadim inancıyla üstelik- o laciverte öykünen tatlı yaz mavisini de vaktinde çok iyi görmüş gözlerimle görmeyi... nasip eder misin tanrım?

The Tragedy, 1903 - Pablo Picasso 



16 Şubat 2017 Perşembe

Füsun

Sırlarını anlattılar bana yeni tanıştığım insanlar. Daha yeni!

Birisi en sevdiği kalemini kaybetmişti yolda, birisi oğlunu.

Bir kadın kolundaki yarayı gösterdi, "işte bunu da o yaptı" dedi. Bir kesik gibi, sanki bıçak kesiği...
Sormadım. 

Onlar sorar belki diye hiçbir şey sormuyorum. Anlatıyorlar. Hiç sormuyorlar. Dinliyorum.

Eğer ilerlerse ilişkimiz... Ben onlara isimleriyle hitab etmeye başlarsam ve onlar bana "canım" derse..
Bir şeyler yersek eğer birlikte...

Konuşmanın bir yerinde buz kesmiş gibi kaskatı duracaklar, gözlerini gözümün ortasına, saçımın kenarına, göğsümün üzerine iğneleyecekler.
Ve durup diyecekler ki: "Aaa, öyle mi? E hiç söylemiyorsun!"

6 Eylül 2016


3 Şubat 2017 Cuma

17 Ocak 2017 Salı

Mikado

Gittiği yerlerden bana hediyeler getirirdi.

Sonra...

Hiç gitmediğim şehirlerden, hiçbir yerde görmediğim hediyeler... El yapımı defterler, mumlu kalemler, küçük heykeller, ipli bileklikler, çengelli iğneler, pilli bebekler, aromalı şekerler, çapraz çantalar, gece kandilleri, orijinal kitaplar ve daha neler. Uzun uzun anlatırdı ellerime tutuşturunca. Sanıyorum utanırdı hediye verirken. Halinde emanet duran bir kabalıkla hızlıca verirdi, öyle uzatmadan. Ama sadece bu kısmı kısa keserdi. Renkli kağıtları açınca ve görünce ne olduğunu, işte o zaman anlatmaya başlardı. Heykelciklerden yahut figürlerden, bir manzaranın akabinden, dil oyunlarından, bir tadın kusurundan, yahut kusursuzluğundan mesela bir operetin...

Sonra... 

Dedim ya, öldü.
Ah doğru, özür dilerim böyle söylememişim. Sonra gitti, gelmedi, fakat işte, hediye de, getirmedi, yine hiç görmediğim, o yerlerden.

İnsanlar ağıtlar yakıyorlar gidenlerin ardından. Herkes detone olur, ağıt yakarken. 

Nick Cave dinliyorum. 

"I need you, need you. Cause nothing really matters. We follow the line of the palms of our hands" diyor oğlunun arkasından.
Dedim ya, herkes detone olur beklemediği gerçeklerle yüzleşmek zorundayken.
Ah doğru, özür dilerim böyle söylememişim.


11 Ocak 2017 Çarşamba

Melâl

Kalabalık bir ailede yükselmeye başlayan felaketin hissettirilmemesi bu. Hiç yaşamadım, yani kalabalık bir ailede, fakat çok iyi biliyorum.

Önce zorunlu birkaç kelime ve ardından rahatsız edici bir sessizlik akşam yemeklerinde. Herkesin, bu yaşananların her şeyi değiştirecek kadar güçlü oluşunu anlamasıyla ilerliyor. Bu ilerleyiş, amansız hastalığa yakalanan adamın başına gelecekleri bilerek günlerini geçirmesine benziyor. Müzelere gidiyor, resimlere bakıyor, ayrıntılara dalıyor... İçsel bir paniğin ardından, öncekinden çok daha yoğun bir durgunlukla.

Sonra, -yani malum felaketin tüm dikenlerini göstermesine yakın- sanki geçmişte planlanmış gibi bir sakinlikte işliyor zaman bu kalabalık ailede. Felaketin sözde olmadığının, tüm ayrıntılarıyla gerçek bir felaket oluşunun anlaşılması bu. Müthiş bir rahatlama anı. Ölümlerde, hacizlerde, iflaslarda, iftiralarda, sonu yalnız biten kavgalarda...

El Greco, An allegory with a boy lighting candle in the company of an ape and a fool, 1590


9 Ocak 2017 Pazartesi