6 Kasım 2017 Pazartesi

Müştemilat

Kadının beyaz gömlekler giydiğini görüyoruz önce. 'Gömlekler' mi dedim ah, gömlek diyecektim. Yani yalnızca bir tane. Kadın yatak odasında. Nevresimler de öyle beyaz.

Yaşadığımız ev genellikle limon kolonyası kokuyordu. Fakat bayramlarda tütün kolonyası da koktuğu olurdu.

Kadının kulaklarının önündeki saçları tükürükleriyle kıvırmasından devam ediyoruz. Ne derler ona, özgün bir ismi var ama şimdi aklıma gelmiyor. Perçem değil.

Yaşadığımız evde genellikle hüküm süren bir his vardı, kaşındıran bir acı hissi. Sert keçeyle dokunmuş minderli sedirlere pijamayla oturunca yaşanan o kaşındıran acı hissinin aynısı.

Aynanın önünden kalkıyor kadın. Gömleğinin uzunluğunu görüyoruz. İnce bir elbise bu. Saten değil, keten değil. Sakin göğsüne dokunup aşağıya doğru uzanıyor. Kadının nefes sesi usulca geliyor göğsüne doğru bakınca.

Halılardan arta kalan kısımlarda beyaz benekli gri beton görülür, tam görünce soğukluğu hissedilirdi. O evde pek üşümezdiniz ama, soğuğun tehdidini sürekli ensenizde duyardınız.

Kadın arkasını dönüyor, bize bakacağını zannediyoruz, mahremine girdiğimizi düşünüp tedirgin oluyoruz. Bize bakmıyor, hemen yanımıza doğru seyiriyor gözleri. Bir ahşap iskemle sesi geliyor arkamızdan. Biz kadını izlemeye devam ediyoruz. Biraz da ondan aldığımız cesaretle.

Kışın is kokusuna karışırdı salonun kokusu. Bir tek perdeler yeni görünmek için uğraşmazdı. Çarşıdaki ayakkabı boyacılarına benziyordu tüller. Tütünden sararmış elleri ve bıyıklarıyla. Heveslerini çoktan bilmediği bir zamanda bırakmış ayakkabı boyacılarına benziyordu. Herhangi bir dürtüden uzakta. Ne yapacağından emin, kararlı fakat yılgın.

Yanımızdan geçip gidiyor kadın. Kıvırcık saçlarının birazını arkadan toplamış. Kokusu leylak gibi, Bahar gibi. Pencereyi açıyor, sesini işitiyoruz, rüzgar ensemizden vuruyor. Bahar yeni gelmiş, hava henüz serin. Bu sefer rüzgarın uzattığı tüller yanımıza ulaşıyor. Biz hala karşıya bakıyoruz. Yatağın bir kısmı, tuvalet masası ve kapı görünüyor. Ardımızda kaldı kadın, eskidiğini sandığımız pencere, iskemle, Bahar, beyaz gömlek yahut gömlek değil düpedüz elbise... Yalnızca tüller yanımıza dek uzanıyor. Sahi o iskemlede biri mi vardı? O iskemlede oturan gözlerini bizimkinin hemen akabine dikmiş. O belden aşağısı felçli adam. Hani 40'lı yaşlarının sonlarında. Hayır o yoktu.

Soba yanarken akşam olunca, bir tek o zaman yaşam içten bir hal alırdı. Sizin yanınızda ve sizinle birlikte. Bilirdiniz ki gördüğünüz tüm kuşlar yarın sabah da uyanacak. Zemin beton, tavan ağaç. Limon, tütün ve leylak kokusu. Pencereleri beyaza boyamazsanız sanki bu sefer, biraz daha soğuk olacak.
La rousse au caraco blanc, Henri de Toulouse-Lautrec, 1889