17 Aralık 2014 Çarşamba

on

Gitti. Kaldı içim öyle matruşka. On yaşındaymışım gibi değil de, dünyada görecek on yılım varmış, görmüşüm, bitmiş.

30 Kasım 2014 Pazar

Afitap

Kadın dedi ki: "Bu gördüklerim bir rüyadan ibaretse eğer, ben galiba öldüm ama henüz hiç kimse bunu anlayamadı."
Adam dedi ki: .....
Adam her şeyi ezberlemiş gibi konuştu. Bir müsamere yapılıyordu sanki okulun bahçesinde. Bildiği tüm replikleri okuyordu adam.
Adam dedi ki: Ben de o şehirlerde bulundum ve buralarda çalıştım, anlatsana nasıl sizin ülkeniz?
Kadın "tamam" dedi, anlatmaya başladı. "Tamam" dedi kadın, "ben ölmüş olsam da sana duymak istediğin sözleri söyleyebilirim. Derse girmeden önce toplandıysak okulun bahçesinde ve henüz yağmur yağmadıysa, ezberimizden yaşayabiliriz, hiç kimse anlamaz."
Adam yine dinlemedi. "Fas'a gideceğim ben" dedi kadın.
Adam dedi ki "Ama Afrika dediğin öyle Fas gibi değil."
"Ah..."
Kadın parmağını kaldırıp dedi ki,
"Sayın hocam, bütün tebeşir tozlarını yuttuk ateşimiz çıksın diye." "Hocam" dedi kadın... "Bahçeden sahne olur mu hiç?"


21 Kasım 2014 Cuma

.

Ben eğer bilseydim hiç dünyaya gelmezdim. Ancak uzaylı filan olur, uzaydan dünyaya gelir; hepinizi yer, apartmanlarınızı parçalara ayırır, ağaçları kuşlara; kuşları sevgililerine bırakırdım.
Evet hepimiz, kılımızı tüyümüzü alıp, saçımıza şekil verip, her gün yenilenen market poşetlerine çöplerimizi atıp, vintage ayakkabılar almak için burdayız. Sonra da kendimizi bir şey sanıp deriz ki: "aaa acaba bu karıncaların evreni nasıl kesişiyor, iş bölümlerini birbiriyle çakışmayan üç bin parçaya nasıl bölüyorlar..." Sonra öldürürüz onları. Sadece onları değil, kendimizi de öldürürüz. Bunun için genellikle ormanlık arazileri yahut köşe başlarını uygun görürüz. Ama kendimiz gibileri 300 metre yanımızda barındırırız. Severiz onları, yalancıktan değil hem de. Gerçekten severiz. Mutsuzluğumuzu söylemekten ölesiye çekiniriz ama. "Varlığım canımı acıtıyor" demeye çekinir, gülümseriz. Örümcek ağlarını iki haftada bir alırız tavanın köşesinden.
"peki o zaman ben neden
dereceler sokayım koltuğumun altına
ateşim varsa zaten"

18 Kasım 2014 Salı

Dua

Allahım Fas'ı da mı sen yarattın? İnsanlar paella yesin diye mi İspanya'yı, isim koyalım diye mi güneşin akşam rengini yarattın. Allahım, hepimiz biliyoruz ki Tilda Swinton'ı da sen yarattın, David Bowie'yi de onunla aynı zamanlarda.. Amin.

13 Kasım 2014 Perşembe

günebakan geçmiş zaman

düşünüyorum düşünüyorum içinden çıkamıyorum.
öğrenci evlerinde bir 'antre'nin anlam ve önemini mesela.
ki yüzlerce renkli, markalı ayakkabı, biraz çamur ve kadın saçı vardır köşelerinde.
öğrenciler daha uzun ve temiz halılar olsun isterler orda. aile evi gibi, ama ailesiz.

düşünüyorum düşünüyorum içinden çıkamıyorum
dünyada binbir türlü insanın öğrenmeyi bir yere kadar götürmesini. ya da para kazanmayı. ya da  tanımayı diğerlerini. bunları bir yerde bırakmasını. ama ölümden korkmasını mesela.
ki yüzlerce yıldız türü, dağda biten ot, unutulmaya yüz tutmuş dil, kulübe yapım tekniği vardır bir yerlerde. bildiği kadarını bir de öğretmek ister insan. sonsuz gibi anlatır ama; kuşkusuz.

düşünüyorum düşünüyorum içinden çıkamıyorum.
hiçbir yerde tanımlanmamasını 'insan'ın. bir balık türü gibi mesela.
ki göbeğine doğru rengi asla mavi değildir ve yoktur solungaçları. çok yemek yerse yağ bağlar ucu bucağı, saçlarını kesmezse kırıldığı kadar uzar.
insan ayakkabılar arzular günün anlam ve önemine istinaden. başka bir gezegenden gelmiş gibi ama tekdüze.

düşünüyorum düşünüyorum içinden çıkamıyorum
düzeni kabul edip ödenen faturaları, yara almadan dünyadan göçen dirsekleri, siyaseti baş tacı edip çocuk oyunlarını yalan saymayı, 'yapamazsın' demeyi, durup kaldığı yeri meşru kılmayı, meczup kırmayı, yaprak koparmayı, kainatı hizmetçi bellemeyi, zamana güç göstermeyi, hastayken anlamayı, ölürken susmayı, dans etmemeyi, bağırmamayı, 'herkes'i arş edinmeyi, sevmemeyi, sevememeyi, sevmeyi bilmemeyi, 'herkes'i bilip de, sevmeyi bilmemeyi...

düşünüyorum düşünüyorum düşünüyorum

9 Kasım 2014 Pazar


vardığımız yerde bazı şeyler yasaklanmıştı, barça gol atınca sevinmek gibi...

29 Ekim 2014 Çarşamba

şehrin öte yanında, bu durağa uzun aralıklarla gelen bir otobüsü beklemek üzere aheste ilerliyorsun. durakta bir kişi var, bir yandan da acelen var. "otobüsün gelmesine zaman var" diyorsun. uzuncadır sigara içmemişsin, tütün ucuz diye tütüne başlamışsın, saramıyorsun doğru düzgün. atıyorsun elini çantana. birazcık arıyorsun. tütünü buluyorsun, filtreyi buluyorsun, kağıdı arıyorsun. el yordamı ile hissettiğin her şeyi kağıt paketi sanıyorsun. en sonunda kağıdı da buluyorsun. başlıyorsun sarmaya. olmuyor. bir daha deniyorsun. filtre yerinden çıkıyor, bir daha deniyorsun. bi tarafı kalın duruyor. bir daha deniyorsun, gözün bir yandan yolda. "otobüs biraz daha gecikse" diyorsun. bir daha deniyorsun bu sefer sadede geleceğini anlıyorsun, sarıyorsun, kağıdı dnalarınla kapatmaya çalışıyorsun. eline yapışıyor. tekrar deniyorsun dağılıyor. ters tarafından sarmışsın, yapışkanlı tarafı içe gelecekmiş. otobüs geliyor.
hayatın kısa tanımı sadece bu.
içinde yaşadığım dünyanın hiçbir zerresine inanmıyorum.


31 Temmuz 2014 Perşembe

Kaleydeskop

Tabi ki ölen dedemi düşünüyorum zaman zaman. Zaman zaman da hiç ölmemiş gibi oluyor. Bazen rüyalarıma bile giriyor. Elbette bunlar olağan.

9 yaşındaydım, beş köpek saldırmıştı üstüme ve köpekler salyalarını saçarak bana doğru koşarken, o kocaman bahçede avazım çıktığı kadar bağırmıştım "dede!" diye. Dedem duymadı. Duymadığı için gelmedi. Duysaydı tabi ki gelirdi, o kadar da değil. İşte o zaman anladım, bazı şeylerin bazı zamanları var anlamak için. Dedem'in gücüne inanıyorum.

Tabi öyle korkuyorum ki bu yüzden. Ve biliyorum, fark ediyorum... Öyle çocuk değilim ki aneanemle dedemin yanında. Kendimden büyük kim varsa hepsinin yanında, çocuk değilim aslında. Şımaramıyorum, gülemiyorum, saçmalayamıyorum herhangi yaşındaki bir küçük insan ebadında. Tabi bunlar olağan. Çocuğum olduğunda 'bizim zamanımızda' diye söze başlamak için elzem detaylar hatta.

Çok eskiden diyebileceğimiz vakitte, o kocaman bahçenin sağlam bir ağacına minikten salıncak kuracaktık, izin vermediler. İzin vermedikleri kadar güçlüymüş otoriteler. Ömrümce içten içe istedim diye düşünürken, nazımı da çeken 'geçecek' de diyen bir otorite; "-otonomi- canım, aslında istediğin" deyiverdi Neriman.

Neriman'ın başı sol elimin altında, elmacık kemiğinin biri sağ bacağımda. "Geçecek" diyorum ona. Bazen sadece bunu duymak yetiyor, kimse uzaya gidemesin varsın.

Neriman çok ağlamış, ağladı yani orada saatler geçerken. Tiril tiril mavi basma bir elbisem var, sol bacağı artık eflatun. Eflatun akıyor çünkü Neriman'ın gözyaşı. Fazla telaşlanmıyorum o yüzden, üzülse de bi'şey olmaz, biliyorum. Sabah, gözlerinin misket limonlara benzeyeceği fikrine kendimi alıştırıyorum o kadar. Neyse ki zamanımız var.

Dibinde altın bir fotoğraf makinesi gömüldüğünden adı gibi emin olduğu halı sahanın ortasına gökdelen diktiler, Neriman'ın ağlaması bu yüzden. "Ama çok güzel bir çay bahçesi yapacaklarmış, sahanın kalan halılarına iskemleler atacaklarmış, türk kahvesi bile en fazla iki lira olurmuş, gerisini sen düşün" diyorum, susuyor Neriman. Ben, fal bakmayı bilmiyorum.

O bir bitirse ben başlayacağım ağlamaya ama; bu gece için hiçbir umut yok besbelli. Ben de bugün, ilkokulda 587'li pastel boya takımı olan arkadaşım Bülent'i, kartımı yutan bankaya hışımla girince veznenin arkasında gördüğüm için ağlayacaktım.

Çocuğun çantasında, hepimize aşkı bilmeden aşk acısı yaşatan (ki sonra öyle mide felci görmedim) 587 tane renk vardı. İyi de resim yapardı, şimdi hakkını vermeli. Boyama yapsa çizgilerden hiç dışarı taşırmaz, gökyüzü yapsa, bulut ve göğün rengi asla birbirine karışmazdı. Bu yüzden sadece 5 boyanın kenarındaki kağıtları sökmek zorunda kaldı yavaş yavaş. Parmak uçlarına da yalnız onlar bulaştı, balık kraker yerken de tuzuna bir onlar karıştı. Beyaz, mavi, kırmızı, yeşil, kahverengi.

Eflatunun, petrol yeşilinin ve yavru ağzının olduğu kocaman kutuya bakıyorduk biz. Küçük, oyuncak bir bond çanta gibiydi. Bakıyorduk öylece. Keşke 12'li MonAmi'den kahverengiyi alıp 'haki' koysalar diyorduk. MonAmi hep aynı renklerden oluştu, 587'li boyalar engelli koşuda yarıştı.

Görmezlikten geldim Bülent'i. O da beni görüyordu, farkındaydım. Bakıyor muydu, bilmiyorum. Onun kaçacak yeri yoktu lakin ben; milyonlar yuvası bu bankanın her hanesini Bülent'i yok sayarak adımlayabilirdim. Yapamadım.

-Merhaba Bülent, hatırladın mı beni? Hani senin petrol yeşilin bile vardı, bizim 12 rengimiz. Ama sen hep 5 renkle boyardın. Hatırladın mı?

Yıllar sonra konuya burdan girmenin çirkinliğini geç de olsa kavradım. Ama henüz diyememiştim, "işte sen her pencereyi aynı kırmızıyla boyarsan, gençliğinin baharını bu veznede çürütmen olağan" diye. Şükür ki, diyememiştim. O da bana bu yüzden dememişti "kazandığın para istediğin kitabı üç ayda ancak aldırıyor, evleneyim, çocuk yapayım dersen bir 4 yıl da bunun için beklemen gerek" diye.

-Kartımı yuttu da makine.
-Nasılsın Hülya?
-İyiyim Bülent, hani 3. sınıfta on gün kadar okula gelmemiştim, Paris'e gittik demiştim ya; hatırladın mı?
-Hatırladım tabii. Bize miki mağuslu çikolata bile getirmiştin hatırlamam mı?
-Ben o zaman kuduz aşısı oluyordum aslında, Paris'e de ömrümde gitmedim. Köpekler ısırmıştı popomdan. Kuduz muduz olmayayım diye on gün aşı yaptılar, okula gelemedim, yasakmış.
-A öyle mi, geçmiş olsun.
-Geçti geçti, çok acıtıyor ama o aşılar. Aklında olsun kendini ısırttırma.
-Merak etme kikboksa yazıldım ben. E miki mağus?
-O zaman evde çikolata yapmak modaydı. Sofra dergisi mikili kalıp vermiş, anneme yaptırdım, düzletip defterin arasına koyduğum çikolata kaplarıyla kapladım. Hop, al sana disneyland!
-Elinize sağlık.
-Afiyet olsun.
-Kartın için 444 0 444'ü arayacaksın.
-Teşekkürler Bülent, sonra ne olacak?
-Bilmem, ben hiç aramadım.
-Kalsın tamam. Kart orda kalsın, sen burda kal. Miki mağus da hiç gitmediğimiz Paris'te kalsın. İyi günler.
-İyi günler Hülya. Sadece 5 pastel kullanıyordum, onlar da MonAmi'ydi. Kağıtları söküktü sadece. 587'li boya kutusunun içi ise boştu Hülya, bomboştu. Mavi, sizinkiyle aynı maviydi anlayacağın. Ama ben gökyüzünü biraz güzel boyuyordum.

Neriman'ın narin yüzü sol elimin altında. Dizlerimde eflatun bir uyuşukluk. Çok ağladı bu akşam çekemediği fotoğraflara. Neriman'ın gözleri o doğduğundan beri istediği fotoğrafları çekmeye yaramıyor. Hayal etmedikçe hiçbir şey göremiyor. Doktora göre bunun adı 'işlevsel körlük'  İşlevsel olduğuna ne şüphe, bir anlatsa şaşarsınız, düşleri hepimizi üç kere gömer de öper.

"Herkes için bir fotoğraf makinesi vardır, seninki Altanların maç yaptığı halı sahaya gömülü, hem de altından" demiştik. Benimki Disneyland'deki korku tünelinde gömülüydü mesela...

"Türk kahvesi?" diyorum. Sesim sanki ahizeli yeşil telefonlardan sızıyor. Çoktan uyumuş Neriman. Kıpır kıpır minik gözleri... Kim bilir hangi zamanı donduruyor. Ben, fal bakmayı bilmiyorum.
Tophane'de bir çocuk. Fotoğrafın da ismi var: Çocuğun kurguları

22 Haziran 2014 Pazar

elinde sayamayacağım kadar çok kalem var. ihtiyacım olur diyorum, alıyorum. kalem oynatmadım ben asırlardır, bir yandan ne kadar istiyorum ihtiyacım olmasını. hangisi? diyor. hepsi mavi mi yazıyor? diyorum. hepsi mavi yazıyor, hangi renk peki? diyor. dışları rengarenk, hepsinin içi mavi.
en sevdiğin renk ne, ondan alayım. diyorum. en sevdiğim renk burda yok ki, diyor. nasıl olmaz, bütün renkler var diyorum. en sevdiğim renk turuncu diyor çocuk. bakıyorum, turuncu yokmuş, evet. diyorum. benim de en sevdiğim renk turuncu sanırım. o zaman yeşili alayım.

o günden sonra gördüğüm rüyaları hatırlamaya başladım. ayların ardından hem de. rüyalarım da öyle güzel ki, ondan güzel olmasın.

27 Mayıs 2014 Salı

düşün ki bu yaprak cevizin mi dutun mu diye tartışmışız beş kişi

çok zaman sonra bozkırkurdu vesilesiyle anlıyorum ki, bir his bütünlüğü halinde ve diğerlerinden çok daha yoğun gelip, kısacık kalıp kaçıyor "mutluluk"
genellikle ufak pencerelerin köşesinde akşam güneşini bekliyor ya da; çocukluktan fazla top oynanmış bir meyve bahçesini tütsülüyor.
ara sıra patates kızartması kokusu oluyor ilk defa gittiğim eski bir apartmanda. eğer mavi ise duvarlar ve boyası biraz dökülmüşse. biraz da çekmişse rutubetten apartman sakinleri, azıcık daha.
kimi zaman konuşması oluyor karşımdakinin. "yaa işte öyle" demesiyle gülümseyip başını öne düşürmesi bir ise.
ara sıra station vagon bir otomobil oluyor, uzandığım kilimlerin kenarı hep içe kıvrık.
saat 6'da uyanmak oluyor bazen. uzun yola çıkma heyecanıyla gözümü dört açtığım.
genzime kaçan tuzlu su oluyor bazen. yunus görünce dilek tutmayı aklettiğim ilk vakitten.

biriktirelim. biriktirelim.
rüyalardan, çocuk düşlerinden, yeşilçamdan. bir de yemek yaparken ne koyduysak içine. onlardan.
biriktirelim anıların tütsülerinden. sulu boyalardan.

unutmayalım sulu boya fırçasını çay bardağına daldırdığımızdaki dalgalanmayı.
'yeryüzüne dayanabilmek için' 


20 Mayıs 2014 Salı

istemediğim şeyleri öyle iyi yapıyorum ki, iş işten geçince bile hatırlayamıyorum aslında ne istediğimi.

28 Nisan 2014 Pazartesi

dünyaya atıldım. danslar ediyorum. sıkılmasın diye. canım.
özeniyorum ressamlara. kıvrımları akılda. sevdikeri şeylerin. bilhassa. kadın gözlerinin.
icra edecek kadar. kıl payını. bile.
dünyaya atıldım. yola çıkıyorum. unutmasın diye. ekşi yıldızları. devridaim. dönen kanım.
lezzetli malzemelerden lezzetli yemekler yapamadığımı biliyorum. her zaman. lakin.
özlüyorum doğduğum şehri. bir tek. oraya gidemiyorum.

18 Nisan 2014 Cuma

şekerlerin üzerindeki susamlar ile simittekiler aynı olamaz



Daha önce söylediğim, akşam üzerleri kuytusundan sarı ışık süzülen pencerelere baktığımda beliren his, Öncü'nün çektiği fotoğraflara bakınca da beliriyor. Aynısı kimi ortadoğu müziklerinde de oluyor. Adını koyamadım, neyin nesidir hala bulamıyorum. Başıma başıma değil; yanı başıma bir hindistan cevizi düşüveriyor.

Olgunlaştığında daha eli yüzü düzgün şeyler yazabilirim. O zamana kadar kendimi bu sularda sallandıracağım.


Fotoğraflar ve bir şarkı:
http://oncugultekin.tumblr.com/


26 Mart 2014 Çarşamba

Uyumayan Çocuklar İçin Bir Yaşantı: Hayalet Oğuz

Şimdi size birini anlatacağım. Öyle biri ki, hayatı boyunca “hiçbir şey” olmak için itina göstermiş ve imtina etmiş hep “bir şeyler” olmaktan. Gülmeyin, o kadar zordur ki, beklenti ağlarının tren raylarını yamadığı evrende hiçbir şey olmak.

Dünya mı dedim, özür dilerim. Pera diyecektim. Pera’nın içine saklanmış o zamanlar koskoca dünya. Önceki gün bıraktığınız bir düşe uyanırmışsınız çoğu zaman. Gördüğünüz binalar, meyhaneler, kitapçılar, iskemleler... dekor gibiymiş mavi kadifeden bir tiyatro salonunda. Ama bazı insanlar gerçekmiş, kas, kemik, ruh ve muhabbet halinde. Onların acısı ve mizahı ne kadar çoksa, ceplerinde parası o kadar azmış. Bunu elbette kendileri sandığınız kadar umursamazlarmış.

Size birini anlatacağım. Kim tanıdıysa onu, mayhoş bir tebessüm geçermiş gözlerinden. Anılara başlarlarsa eğer; imkanı yok, susamazlarmış.
Bu geçmişsiz, yarınsız ve mülksüz adam, bir sanat eseri olarak, geriye tüm yaşamını bırakmış.

Eğer gül gibi gençliğinizi Pera’nın eski sokaklarında ve bilakis 1950’lerin sonunda geçirseydiniz, bu adam muhtemelen sizin de arkadaşınız olabilirmiş. Onunla sohbet eder, rakı içer, kahkaha atar, iddiaya girer, küser, seyahat edermişsiniz.
Lakin olmamış, ne yazık.

Kahramanımızın arnavut kaldırımı hayatına sinerken Tezer Özlü’nün onun için yazdıklarından ve baskısını bulamayıp e-kitap halinde edindiğim Sezer Duru’nun “O Pera’daki Hayalet” kitabından aşırmalar yaptım. Buyrunuz:

Adı: Hayalet Oğuz
Nev’i şahsına münhasır bu adamın fani hayatta sahip olduğu tek bir eşyası dahi olmamış. Çekyatı bile yokmuş sizin anlayacağınız. İki gömleğinden biri bazen kuru temizlemecide durur, bazen durmaz, kirlenenince eğer parası varsa yenisini alırmış.

Yokmuş evet kahve içerken “en çok bunu seviyorum” deyip, kırmaktan korktuğu bir fincanı. Tüm kahveler ve çaylar, Hayalet Oğuz’a aynı mesafeden bakıyormuş. Faturalarını ödediği yahut ödemediği bir evi olmamış, ev sahibine verilmek üzere kira parası da bırakmamış köşedeki fırına.

Çoğunlukla arkadaşlarının evlerinde, nadiren otelde kalırmış. Uzun bir süre Demir Özlü ve Tezer Özlü’nün yaşadığı Çinili Han’daki evde de kalmış. Moda’ya gittiğinde ise, ömrünün sonuna kadar yanında olan, Yeşilçam’a yazdığı yüzlerce senaryonun tanığı Ertem Eğilmez’in evine misafir olurmuş.

Beyoğlu’na adım atar atmaz, onun muzip gülüşüyle karşılaşmanız olasıymış.
Leylâ Erbil’e göre, “Hayatı, hayatını, yaptıramadığı çürük dişlerini, göremediği ve göremeyecek olduğu ailesini, değiştiremediği ve değiştiremeyeceğini bildiği düzeni protesto eden bir gülüş.”

Sokakta gördüğü kimselere ince zekasından bir espriyle selam verirmiş. Eğer sevdiği bir arkadaşıysanız sizi hemen incecik koluna takar bir meyhaneye çekermiş. Çok anlatırmış ama yaşamından fazla bahsetmezmiş. Bir de fazla meraklıymış Hayalet. Karşısında kim varsa hikayelerini ve hayatını sorar, öğrendiklerini de kolay kolay unutmazmış. Boğazdaki lokaller dahil, geceleri kimin nerede olduğunu bilirmiş.

Maaşlı bir işi yokmuş, onun iş anlayışı yevmiyelerden yana imiş. Ayın 1’i ne ise 20’si de aynıymış. Koltuğunun altına aldığı İngilizce-Türkçe sözlükle sokaklarda, kahvehanelerde, dost meclislerinde, tanıdık evlerinde... kitap çevirileri yaparmış Oğuz. “Ayaklı kütüphane” tabirinin tam karşılığıymış yani. Kimi zaman sözlüğü yastık da olurmuş yeni güne varmaya. O zamanın parasıyla, günlüğü 3 liradan çevirdiği bu kitaplar bazen polisiye, bazen kurmaca roman bazen de şiir halinde süzülürmüş. Hayalet Oğuz, kitapları çevirmekten ziyade “Türkiye’deki okuyucunun seveceği hale” getirmeye özen gösterirmiş.

Kimi zaman ise çevirilere aklına geldiği gibi devam edermiş. Oğuz'un Bülent Oran ile buna dair bir anısı şöyle:
“Bir gün Sefiller’i çeviriyordu. İşi çıktığı için Bülent Oran’a “Şuna devam et bir iki sayfa yaz…” dedi.
Bülent Oran itiraz etti: “Ben dil bilmem. Nasıl olacak bu?” Oğuz ısrar etti: “Ne olacak canım. Sen Sefiller’in öyküsünü bilmiyor musun? Bak şurada kalmışım, oradan sürdür biraz. Yaz bir şeyler.” Bülent Oran söyleneni yaptı. Oğuz pek beğendi yazıyı. “Çok güzel edebiyat yapmışsın. Aferin. Hadi şurdan bir kadeh içki ısmarla! dedi. Bülent Oran şaşırdı: “Yahu hem yazı yazdırıyorsun hem de üstüne içki ısmarlatıyorsun. Olur mu bu? deyince Oğuz’un yanıtı hazırdı: “Seni Sefiller’in yazarı yaptık, daha ne istiyorsun?”


Türkçe’ye yüze yakın kitap kazandırmışsa da adını asla çevirmen, yazar, ozan, bunları yaptı, şunları da yapmayı düşünüyor... diye yazdırmamış. Çevirilerin altında ise bazen Oğuz Haluk, bazen Oğuz Alplaçin yazarmış.
Bazı şiirleri ise bizzat kendisi yazmış. ‘Les Abezan’ adıyla yazdığı duyulmuş çevrelerde. Önce toplumsal sorunlara ağırlık verirken sonra ikinci yeni çizgisine yönelmiş.

“Çinili Hanın kapısı
Eski zaman yapısı
Çinili Hanın sahibi
Şişman herifin biri
Çinili Hanın içinde
Olanlardan size ne?”

Demiş mesela.
Mal, mülk, para karşıtı bu anti-kahraman, iyi yemekler yemekten, özentisiz görüntüsüne rağmen zevkli giyinmekten ve bohem bir yaşam sürmekten hep hoşlanırmış. Kadınlara pek nazik davranır, cebinde kalan son birkaç lirayla, kalacağı evin hanımına çiçek alıp götürmeyi ihmal etmez; özellikle mavi karanfil, siyah gül almayı severmiş.

Parasız zamanlarında hesabını paylaşan arkadaşlarına karşı Babıali’den ücret aldığı vakitler ise oldukça cömert davranırmış Hayalet Oğuz.

Tanıdık çevresi çok genişmiş. Ferit Edgü, Hilmi Yavuz, Tezer Özlü, Turhan Selçuk, Leyla Erbil, Ertem Eğilmez, Can Yücel, Edip Cansever ve dönemin daha nice sanatçı ve entelektüeli yamacındaymış Hayalet'in. Gerçeküstücüler ve varoluşçular için ise bir modelmiş adeta. “tutunamayan” değil, “bilerek tutunmayan”mış.

Dedim ya, incecik bir adammış. Hilmi Yavuz’un tabiriyle “taşıdığı sözlükten daha ince”
“Hayalet” mahlası onun için mi, yoksa yaşamı var olduğuna dair bir kanıt bırakmadan arşınlamasından mı, kimse bilememiş.

12 Haziran 1971’de, hiçbir şeyin yıldönümü olmayan bir sıkıyönetim gününde, karşısında oturan Demir Özlü, “Bezginlik verici, anlamsız bir gün. Bir şeyin yıldönümü de değil. Bugün senin olsun Oğuz. Hadi şerefe!” demiş. Masada bulunan Ayşe Nur Kocatopçu’nun da onayı ile 12 Haziran, Oğuz’un günü seçilmiş.

Hayalet bir gün Metin Eloğlu sergisini gezerken resimlerden birini çok beğenmiş ve cebinde ufak tefek ne varsa kapora mahiyetinde ortaya dökmüş, rica minnet tablonun altına ismini yazdırarak kendisi için ayırtmış. Ancak günler, haftalar geçmiş ne Hayalet varmış piyasada, ne de paranın kalan kısmı. Altına isim yazıldığı için tabloyu başka birine de satamamışlar. Buna fena halde bozulan Eloğlu Hayalet'i gördüğü bir gün yakasına yapışarak "Ayırttığın resmi alsana ulan!" diyerek çıkışmış. Oğuz ise o çelebi haliyle gayet sakin, “Alacağım tabi, alacağım... Hele onu asacak bir duvar bulayım” demiş. Demirtaş Ceyhun, kendisine sorulunca "Hayalet?" diye, işte bu anıyı anımsayıp anlatmış.

“Duvargeçen” diyorlarken Hayalet Oğuz'a; o asacak bir duvarı olmadan resimler ısmarlamayı sürdürmüş ömrü boyunca.

Akşam rakıları keyifli  olsun diye gündüz içkilerini kaldırdığı Foça’da 1974 Temmuz’unda dört gün Edip Cansever ile birlikte dostlarını ziyarettelermiş. 20 Temmuz sabahı ise çıkarma harekatı haberi gelmiş. Foça’nın Yunanistan’a yakın olması korkutmuş Hayalet Oğuz’u. Mutlaka bir hava saldırısının olacağına inanıp, “Kadere bak, ölüm demek ki burada bulacakmış beni” demiş. Bu tedirginlik eşliğinde İstanbul’a varmışlar sağ salim.

Hayalet Oğuz’u Foça’da bulmayan ölüm o vakit de güzel olana düşkünlüğü sebebiyle çok bekleyememiş.

Sigara ve içki içemediği birkaç gün boyunca önceden yakalandığı Tüberkülozun yine gelip kendisini bulduğunu sanmış. Hayalet, hastalığını ve acılarını baş tacı etmek şöyle dursun, bahsetmeye değer bile görmemiş. Arkadaşları ile Degüstasyon’da yediği akşam yemeğinden sonra ertesi günü yaşayacak olmanın heyecanı içinde uyumayı beklemiş. Çinili Han’daki evden çıkmış, son kez Tünel’e doğru yürümüş. Ada vapuruna binmiş sonra. Kendi başına, Heybeliada’daki verem hastanesine gitmiş. Öleceğine hiç kimse inanmamış.  

Dört gün sonra ‘haymatlos’ Hayalet Oğuz, akciğer kanseri nedeniyle yaşamı terk etmiş.

3 Eylül 1928’de doğmuş, 17 Eylül 1975’te ölmüş. 1.73 boyunda ve 46 kilo imiş. Tapusu Sinamatek Derneği adına çıkan mezarının üstüne arkadaşları kır çiçekleri dikmiş.  Mis kokmuş Oğuz’un toprağı.

Görevini layıkıyla yerine getiren otuz kadar dostu, Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesi’nde oturup, şerefine yemekler yiyip rakı içmişler afiyetle.
İçinde dolaştığı nice şiirler, nice öyküler yazmışlar o gittikten sonra.

“Zaten hayalet olan
Gölge yazar Oğuz’un ölümü de
Herhalde kendinden rivayet

Oğuz’un cenazesi mi
Hayret!

Hem o hiç uyumaz ki
Belki de ilk kez oradan
Kendi kendini Türkçeye çevirecek
Yeni dikilmiş bir kalem selviyle
Ya da en eski daktilosuyla gecenin
Yıldızları tuş”

Demiş Can Yücel de.

İşte çocuklar, size
 birini anlattım sözleri evirebildiğimce. Uruguay vatandaşlığına geçmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz şu biçare günlerde “burada bir kahraman yaşamış, ne buralara benzer ne de bu kimselere” deme sebebi olur belki.

Beyoğlu’nda usulca yürürken, kokular birbirine karışıp yılları omzunuza çökertirken hatırlar; 12 Haziran’larda kurulan çilingir sofralarında bir mavi gül selamı yollarsınız belki.

Ya da Beyazıt Kütüphanesi’ne uğradığınızda roman çevirilerine biraz dikkatli bakarsınız.
Hayalet Oğuz orada, sokakta, kahvelerde, sofraların yamacında incecik durur hala.




25 Mart 2014 Salı

Single Malt

Ellerimi yakıyorum artık iyileşmiyor.
Çocukluğumdan birkaç an düşüyor başıma,
aklıma karışıyor midem.
Bazı şeyler hiç geçmiyor.
"Beni de suçlayacaklar" diyorum.
Engel olmayacağım, olacak tertibi bulamayacağım.
Soğukta bir matara tutamayacağım iç cebime yamalı.
Bazı şeyler hiç geçmiyor.
"Değişmedin" diyorlar bana.
Küfür gibi geliyor.

5 Mart 2014 Çarşamba

roma rakamı

Bir saat önce yüzümüze 17'lik genç kız gibi gülen gün ışığına aldanıp çıkmış, Moda'da yürüyorduk. Ara sokaklarını arşınladık, güzel gözlü insanlar gördük, tebessüm ettik...
Birden hava gridi, yağmur bastırdı. Deniz aşağıdaydı, rüzgar kapuşonumuzu çekti, sallandık.
Aldandığımız o gün ışığının 17 yaşında olduğunu unutmuşuz. Hangimiz daha önce unuttuysa, diğerini de peşinden sürüklemiş.
"Keşke şimdi bizim filmimizi çekseler" dedi annem.

'Şimdi' dedi. Çay bahçesine yakındık, deniz aşağıdaydı, rengi griydi.

Genç kızların sokakta öpüşmesine takmıştı iki adam, konuşup duruyorlardı. Yanukoviç vardı bir de. Ama o Ukrayna'daydı. Keşke Ukrayna'da olmak yerine Dostoyevski'nin kaleminden cebime giren bir karakter olsaydı. Sökük paltosu, çektiği suların iziyle bezenmiş bir ayakkabısı olsaydı.

Keşke, rüzgar bu kadar estiği için bile olsa, filmimizi çekselerdi.

Ama biz zaten kendi nezdimizde, evvelden yazılmış, önce mis sonra is kokmuş bir okunmayan kitabın filmini izliyorduk.

Kitabı bilen hiç kimse filmi beğenmiyordu. Biz, sevdiğimiz taraflarını söylemeye bile, işte bu yüzden çekiniyorduk.

Sabahattin Kudret Aksal'ı okumamız geldi aklıma İzmir'de denizin yanında. Deniz siyahtı, biz, Alper İpek ve ben, ilk defa bir şişe içine not kağıdı koyma fikrinin ne kadar dahiyane olduğuna kaptırdık kendimizi.

"Halbuki, bir sabah erken uyanınca balkona çıkmak da güzel" yazıyordu kağıtta, ben okumadığım tüm romanların filmini çekiyordum.


25 Şubat 2014 Salı

Mukabele


Telefon çaldı:

-Merhaba, biz uzay boşluğunda çiğköfte partisi veriyoruz. Ama bir türlü içimize sinmiyor. Ne bileyim, attığımız köfteler olmayan tavanlara yapışmıyor, kral fm çekmiyor, minibüs caddesi muhitimize uğramıyor, sardığımız sigaralar boş çıkıyor...

Bir acı çöktü o an içime. Hüzün değil. Bildiğin acı. Hani köpek dişini iple kapıya bağlamışsın, o diş, damarlarını damaktan bir türlü koparmamış. "Hadi yeniden" demişler. Hadi yeniden demişler, "çarpım tablosunda 4'leri baştan al" der gibi bir rahatlıkla. Ben hala 7x4'ü bilemiyorum...

Kapıyı çarptım. Çıktım. Kapı, çarptığı yerden bumerang gibi akse dönüverdi, duydum. Sanki rest çekmişm saymadığım kalabalıklara. Öyle dik ki trençkotun yakaları. İsa gerildiği çarmıhtan yalnız kendi başına kurtulmuş... Çıktım dışarı.

- Merhaba, biz kendimize ait olmayan bir zamanı yaşamaya çalışıyoruz. Ama bir türlü içimize sinmiyor. Ne bileyim, konuştuğumuz laflar yalana yontuluyor, veresiye selam edilmiyor, 'ezo'sunu sevdiğimiz lokantalar hızla kapanıyor, 9 kat toplar tesadüfen bile ayağımıza çarpmıyor.

Telefon çaldı.
Biz bir kere demiştik, onlar "olmaz" demişlerdi.

"Sonumu düşünmüyorum: baş tarafım acı geliyor. Değiştirememek acı geliyor."



5 Şubat 2014 Çarşamba

Rida

Şimdi ben neyime bakayım da Tanrı ile pazarlığa varayım
Rükûya varır gibi ellerim diz üstümde
Peki sırtımı hangi suda sallandırayım
Tanrım deyip, der gibi "yaklaşan şeker bayramı için biraz çikolata ver" der gibi.
Bilmiyormuş gibi başımızı gömüp de başımızdan geçenleri
Devekuşu gibi.
Piyonlarım ve fillerim -ki aynı renkler denk gelmemiş çaprazda-
Yok tacı şanlı vezirim. Hiç olmamış da kılık değiştiren yaya yolunda
Artık.. ve bundan sonra.. ile başlayan sözleri nerde duysam bir telaş örterim
O beyazlar gibi, evin en büyük odasında kanepeleri örten
Kimin aldığını kimsenin sormadığı, beyazlar...
Peki ben şimdi,
Hangi gelecek zaman için söz vereyim de, Tanrı ile pazarlığa varayım
Öncesine amansız red, sonraya da radiye...
Ezbere dualar gibi "yaklaşan tehlikelere bizi de gözetererk karar ver" der gibi
Örttüm ardından yüzümü, (de ki yine bir telaş mı?)
Takvimdeki bayrama selam duran şeker kamışları gibi.
-şimdi her sözümü biraz rahatta dinler beyaz-
Kimin aldığını kimsenin sormadığı.



















Resmi yapan: Edgar Degas

31 Ocak 2014 Cuma

şimdi siz yanlış söylediğimi bildiğiniz kelimeleri düzeltmiyorsunuz. işte şimdi. ne güzelsiniz.

28 Ocak 2014 Salı

mişista

Şimdi bir şey söyleyeceğim. Ama lütfen inanın, katiyen şaka değil.

Sokaklarda yürürken ışığı yanık ve evin eşyasından bir kaçını yüklenmiş pencerelere, o dantel perdeli, genelde mutfaktan nefes veren, o önündeki küllüklerden içerdeki aspiratöre kadar ince bir yol gösteren pencerelere baktığımda...

Bir de insan ellerine. Gerçekten büyümüş insan ellerine. Büyümüş ama; giydiği gömleğin, pantolonun kolunda ve paçasında çocukluğunu taşıyan. İşte onların ellerine baktığımda, ve düşündüğümde çocuktu diye.

Öyle biraz uzun bakarsam işte bu ikisine. Nefessiz kalıyorum. Soğruluyorum.
Bu halin adına "belirtisiz geçmiş zaman" desinler. Gerçekten bilenler.

7 Ocak 2014 Salı

Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt

Peki nasıl oldu da hatırladı denizde boğulduğunu
nasıl oldu da peki anlatamıyorum biliyorsun

Öyle ölüme düşkündü ki biyoloji sıfır
bir şarkı yiyor şimdi şapkalarını orospular eksiliyor

Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok
şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak

Kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?

Ece Ayhan

6 Ocak 2014 Pazartesi

A canım böyle sorunlar yaşanır işte yaşıtlarıyla yaşlanmayan insanlarda.
Eline alıp avizeleri, düşen tek küpeni ararsın dört yollarda.
Deseydi, hakkıydı. Bir şey söylemez, susardım.
Birkaç gün önce, sigarayı bıraktım.