22 Ekim 2015 Perşembe

Charadriiformes

"Öyleyse bir masal... Anlatabilir misin?" Dedi. "Uyumadan. Önce." "Birazcık." (Bu kadın böyle konuşuyor. Öyle, durup durup. Ağlarken yutkunur gibi.)
Adam başladı. Masalda vuku bulan kadının bileklerini anlattı uzunca. Kulağının başlangıcındaki küçük saçları... Anlattı. Kirpiklerinin kenarındaki nemleri...
Boynunu yalnızca ve kıvrımlarını...

Masalda beliren kadının, sanki sadece kendisi vardı. İkisi de onunla yeni tanışıyorlardı. Adam anlattıkça.

Başı yastıktaki kadın bir an inandı, uykulu gözleriyle. Gerçek olduğuna "sonsuz" lafının. Adam inanmadı fakat. Anlatırken bile. Bakarken bile uzun uzun. Konuşurken hatta, günlük vakalardan. Büyütürken olan biteni. İçerken ve yerken; ufak yiyecekleri...
Sonra birden dağıldı. "pufff!"
Kocaman paraşütler gibi, yere inince aniden kapaklanan, onunla uçanın üzerine.

Şimdi sadece, sözcüklerin ardına biriken düşbozumu kemirgenler vardı. Baktığı her yerde. Kadının.

Uyumasını beklerken. Tozu kaldı her şeyin. Kadının avcunda. Darmadağın. Ellerine baktı kadın. Yumdu gözlerini. Açtı, tutamadı. Tozları. Işıkları...
Tutamadı. Gece sokak lambasının vurduğu yaprakları bile, o toprak köy yolundaki...

Starry Night over the Rhone, 1888, Vincent Van Gogh

20 Ekim 2015 Salı

"bir masalda türkü"

Sonra ben, sol elim yarı açık, beklemeye alıştım dizimin üstünde.

Gördükleri şeyleri garipseyip, komik bir hazla anlam yüklüyor çocuklar. Tutarsız ilerliyorlar sonra. Şaşırmanın ahengi bu.

Kadınlar kendi çocukluklarını seviyorlar. Püsküllü çizmeler giyiyorlar örneğin yeğenlerinin sünnet töreninde. Ayırıp yiyorlar negro bisküviyi, ortasındaki kremayı dişleriyle kemiriyorlar. Beyaz dantelini kıvırıp giydikleri okul çorapları gibi. Sonra içe doğru kıvırıyorlar dantelleri, büyümek hevesinden.

İnsan ölmediği için utanıyor bazen. Dirseğinin kenarında çürümüş bir yarayla görünmeye.

Deja vu diye bir şey var, bir de astronomi. Bir de "mukadderat" var tabii, kalbur üstü sohbetlerden.

Bulundum evlerinde yaşlı kadınların. Duvarların kesif kokusundan umulmaz bir haz aldım. Ama hiç düşünmedim onların, benden önce ölebileceklerini.

(O gece, aklımı on dakika bırakıp bunları yazmıştım, sonra başıma aldım, şalgamdan bir yudum.)

13 Ekim 2015 Salı

Kaçkınlar

Ferit Edgü

Geldiğinizden ne kadar başka çıkıyorsunuz, zaten söylemiştim...
kurtuldunuz, kurtuldunuz, yeniden...
gün geçtikçe o da kalmaz...
karamsarlığınız....
daha önünüzde....
genç...
kurtuldunuz, bu...
umutsuzluk, görüyorsunuz ki...
zaten öyle sanıyorum ki, öyle... san...

 dinlemedim, bu beyaz gömleğinin içinde, bana bir şeyler anlatmak isteyen, çırpınan, beceriksiz adamı. teyzem az ötede duruyordu. bana bakıp gülümsüyordu. birazdan dışarı çıkacağız...

elini uzattı doktor. sıktım. bir sözcük olsın söylemeden arkamı döndüm dışarı çıktım. bir zaman dış kapıda teyzemi bekledim. geldi. konuşmadan yürümeye başladık. "kötüler de yaşar. kötüler de. ben de onlardan biriyim. herkes benden tiksiniyor. ben de tiksiniyorum. herkesten. ve kendimden. çaresiz kendimden. sürüp giden yaşamaktan. ah niçin o anda..." yüzüme bakmaktan çekinir gibiydi. bense gelip geçenlere, evlerin pencerelerine, katranlı yüksek duvarlara, afişlere bakıyordum. yeniden dışarda olmak...
- şurdan arabaya binelim.
- hayır ben yürümek istiyorum.
- kendini nasıl duyuyorsun?
İyi, dedim ona eve gitmesini, biraz dolaşmak istediğimi söyledim. annen biraz hasta, dedi. onun için seni almaya gelemedi. İyi, sormadım, dedim. onu bir arabaya bindirdim. elimdeki bavulu verdim. eve erken gel. cevap vermeden yürüdüm. sokaklardan, sokaklardan, insanların arasından geçtim. herbirini ayrı ayrı solur gibi...

İnsan kokuları. sürüp giden, her gün aynı yükü taşıyan insanların kokusu. ama hiç de hastanadekilere benzemiyorlar. bir şarapçının kapısından geçtim. şarap kokusu midemi bulandırdı. İçeri giremedim. ellerim ceplerimde, caddede bir gidip bir gelerek, kararsız,
- yusufa gidecek miyim? ama bu...
- akşamın çökmesini bekledim. gideyim. o kahvededir gene. niçin gitmeyecek mişim?
çünkü...

kahvenin olduğu sokağa saptım. köşeyi döner dönmez yusuf'u gördüm. yanında bir adam vardı. rengi soluktı. sırtında açık renk yeni bir ceket vardı.
yusuf! yusuf! hayır bağırmadım. geldiğim yoldan geri döndüm. başım dönüyordu. İçimde bir eziklik duydum. bir cigara yaktım. herkesin içtiğinden. adımlarımı yavaşlattım. birden kalabalığın içinden yusuf'u seçtim. önüne bakarak yürüyordu. demin konuştuğu adam da yanında yürüyordu. karşı kaldırıma geçtim. görmesin beni diye. ağzım apacıydı. bir mağazanın camında silik gürüntümü gördüm. eskisi.
bir korkuya kapıldım. sanki kendimden...

cigaramı bir duvarda ezdim. hiçbir şey istemiyorum. beynimi delen sorularla uzaklaştım. ne görünmek, ne lanetlenmek korkusu, hiçbiri, hiçbiri...
saplantılarımdan arınmıştım.
dudağımı ısırıyorum. kurtulmuşum. peki şimdi ne yapacağım? hastahaneye girdiğim ilk günden beri dışarda olmayı istemiştim. ama böyle bomboş mu? evet, bomboş.
erkenden eve gittim. yemekte beni bekliyorlardı. hepsinin yüzünde anlayamadığım bir sevincin aydınlığı. kurtuldu, kurtuldu. artık o da bizim gibi...

yaş sürgünü

büyüdükçe kış aylarını kış aylarında demlenen çayı tüten sobayı okunan selayı köpeğin sesini çarşıdan alınan pideyi, ayranı, boş okul bahçesini, patlamayan topları yahut patlayan öyle diyorlar diye, üç kuşak öncesinden türküleri, anlamını bilmeden mırıldanmaları, sokağa saçılan susamları, cümbüşün yanık sesini, ucu biten kalemleri, deredeki beyaz taşları, boyası dökük parkları, ankara'ya evrilen yataklı vagonları, çınar ağacını, minibüslerdeki kesif kokuyu, akşamın sarı ışıklarını, parmak uçları nemli eldivenleri, dağ yamacındaki üzüm bağlarını, saman kağıtlarını... arayıp durmuş.
sığınacak bir yer arayıp. durmuş.

kış gelince içinin kamaşması bundan. bundan ama; kar yağdığında çamuru yadırgaması. ölünce birileri, öldürülünce; kafasını gömüp uyuması... bundan.
polislerden korkması sonra, henüz bir şey yaşanmamışken. "hiçbir şey yaşanmayacak mı" diye.

bilmek istemeyişi kiremitlerin asıl rengini, midyenin göbek bağını, çakmaktaşının gizemini, akordeonun sihrini ve aruz vezninin asaletini, çarpım tablosunu hatta; dörtlerle yedileri...
"D
önmeyeceğimize alışacak mıyız" diye.


10 Ekim 2015 Cumartesi

Babama N'olmuş

Çok sevgili babacığım!
Bana son günlerde bir ara, senden korktuğum gibi bir savı hangi nedenle ileri sürdüğümü sormuştun. Her zamanki gibi bir yanıt bulup verememiş, bu da işte biraz yine senden korkmamdan, biraz senden korkmamın nedeninin pek çok ayrıntıyı içermesinden, dolayısıyla bunları yarı buçuk da olsa sözle belirtemeyeceğimden kaynaklanmıştı. Şimdi sana yazıyla yanıt vermeye kalkıyorsam, bu yanıtta da yine pek çok boşluk kalacak, çünkü söz konusu nedeni kaleme alırken, senden duyduğum korku ve bunun yol açacağı sonuçlar sana karşı özgür davranmaktan beni alıkoyacak, konunun büyüklüğü belleğimle zeka gücümü enikonu aşacaktır.
Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.
Yaşamak konusundaki beceriksizliğin artık seni ne ilgilendirecek, sorumlusu benim zaten, sen rahatça uzanıyorsun ve kendini hayatta, hem bedensel hem de zihinsel olarak bana çektiriyorsun. Öncelikle kısmen sana da yöneltilebilecek bu itirazın senden değil, tam da benden geldiğini söyleyerek karşılık vereceğim buna. Senin başkalarına karşı beslediğin kuşku bile, benim kendime yönelik kuşkumdan daha büyük değil, beni sen böyle eğittin.
Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. Büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. Ayrıca insanın evrendeki yeri konusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. Fakat –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. Beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. Sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle "iki cami arasında beynamaz" ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan Numan Beyin deyimiyle "güreş, güreş, Hacı Muhammed altta" bir durumdayım. ‘Tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. Görüyorsun senin hayat hikayeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum.
İlk yıllardan yalnızca bir olayı doğrudan hatırlayabiliyorum, belki sen de hatırlarsın. Bir keresinde gece vakti durmadan su diye mızırdanıyordum, kuşkusuz susuzluktan değil, belki kısmen sinirlendirmek, kısmen de kendimi oyalamak için. Birkaç sert tehdit fayda etmeyince, beni yatağımdan almış, sahanlığa taşımış ve geceliğimle kapalı kapının önünde kısa bir süre yapayalnız bırakmıştın. Bunun doğru olmadığını söylemek istemiyorum, belki de gece huzuru sağlamak o sırada ancak bu yolla mümkündü, ancak burada senin eğitim yöntemlerini ve bunların üzerimdeki etkilerini açıklamak istiyorum. O zaman herhalde uslu durmuştum sonrasında, ancak bu olay içimde bir tahribata yol açtı.
Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum.
Evlilikten duyulan korkuyu, ebeveyne karşı işlenen günahların bedelini ilerde çocukların ödeteceğinden duyulan korkuya bağlayan bir görüş var. Benim durumumda, bunun çok büyük bir önemi olduğunu sanmıyorum, çünkü benim suçluluk bilincim zaten senden kaynaklanıyor ve fazlasıyla benzersiz özellikler taşıyor, hatta bu eşsizlik hissi, onun eziyet verici yapısının bir parçasını oluşturuyor; bir tekrarı düşünülemez. En azından böyle dilsiz, donuk, kuru, süfli bir oğlun benim için katlanılmaz olacağını söylemek zorundayım, eğer başka bir imkan bulamazsam, ondan kaçardım herhalde, senin evliliğim yüzünden yapmak istediğin gibi yurdumdan göçerdim. Yani evlenmedeki beceriksizliğim konusunda etkilendiğim şeylerden biri de bu olabilir.
İstiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek “Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez” diye içeri seslenebileyim ve bana “Kaynadığını görüyorsun, altını kıs Cemil Bey” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım.
Seninle aramdaki bu özellikle talihsiz ilişkide, bağımsızlaşmak istiyorsam, mümkün olduğu kadar, seninle hiçbir ilişkisi olmayan bir şey yapmalıyım, evlilik en büyük şey gerçi ve en onurlu bağımsızlığı sağlıyor, ama aynı zamanda seninle çok yakın bir ilişkisi var. Çıkışı burada aramanın, bu yüzden deliliği andırır bir yanı var ve her girişim neredeyse delilikle cezalandırılıyor.
Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. Bir örnek vermek gerekirse
"Çalkan Karadeniz çalkan
Gemiler açıyor yelken"
gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanısıra
"Yekte yavrum yekte
Pastırmalar yükte"
türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. Ben sonradan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: Şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kullandığım gibi filan…
Okuyana not: Her paragrafik boşluktan bir önce yahut sonra, Oğuz Atay’ın "Korkuyu Beklerken" kitabındaki Babama Mektup’undan bir bölüm; yine boşluklar evvelinde ya da ardında, Franz Kafka’nın "Babaya Mektup" kitabından cümleler bulunuyor. İki yazarın da babaları, kendilerine yazılan bu mektupları hiç okumamış veya okuyamamıştır.