12 Şubat 2019 Salı

ne kadar rahat söyleniyor bazı şeyler. bazı zamanlarda söyleneceğini hayal bile edemeyeceğimiz şeyler...
ne kadar rahat söylendiğini duyduğumuz an şaşırmıyoruz bile, o rahatlıkla alıveriyoruz derimizin altına.
bir adam.. diyor. öyle yüzüstü uzanmıştı. sırtında hançer. belli ki bir başka aleme henüz ulaşmıştı. siyah kan yayılıyordu kazağından hücre hücre...
ben ömrümce söylememişim hiç kimseye. hiç bahsetmemişim masalda bile. hançer dememişim, kelime olarak bile. o an anladım.

3 Şubat 2019 Pazar

Pazar

Uzun zamandır böyle rüyalar görmüyordum aslında. Rüya demek pek masumane olur bunun için. Düpedüz kabus.
Yetişkinlik kabuslarımın hatrı sayılır bir kısmında silahla vuruluyorum. Bazen taranıyor, bazen iki kavganın ortasında kaza kurşununa denk geliyorum... Fakat bu sefer biraz daha ürkütücüydü her şey. İlk kez bilerek hedef alındım ve ilk kez böyle bir durumda kendimi dışarıdan görmedim. Yani rüyanın içinde kendim kendimdim, kamera gözlerimdi.

Bir çamurlu araziye bata çıka geldik otomobille. Aslında arazi de değil, indiğimde anladım ki; kenarında lojman gibi siteler bulunan bir düzlüktü. Oraya konuşmak için gelmişim sevdiğim adamla. Araçtan ineceğiz ve sonsuz sorunlardan bahsedeceğiz.. Araçtan iniyoruz, ayağım çamura batıyor. Hava akşam karanlığına dönmek üzere. Tam o anda, birkaç sokak ileriden bir otomobil hızla bize doğru dönüyor. Hemen sonra etrafına birkaç otomobil daha yanaşıyor. İçinden askerler iniyor. O an fark ediyorum ki zaten askerlerin bir kısmı hali hazırda kenara köşeye konuşlanmış. Herkes silahını bir taraflara doğrultuyor. Yanımdaki adam bana "koş!" diyor, eliyle sol taraftaki açıklığı gösteriyor: "Şu taraftan"

Biz koşmaya başlıyoruz, adam arkamda kalıyor. Birden bire ayakkabısından şikayetlendiğini duyuyorum. Babam gibi şikayet ediyor. Ona doğru dönüyorum, adam babama dönüşüyor o an. Biz koşarken, askerlerin ardımızdan geldiğini görüyoruz, önümüze geçiyor bazıları. Babam çamura batmış papucunu kurtarmış, bana sakin olmamı söylüyor. Bizimle ilgisi yokmuş onların. Koşmaya devam ediyoruz yine de. Bir ara ellerimi kaldıracak gibi oluyorum, teslim olur gibi. Sonra bakıyorum ki hızla geçmişler yanımdan. Önümüzde başka bir lojman var, hava iyice kararıyor artık, ortalıkta koyu gri bir sis bulutu.

Orada bulunan askerler binadan birini almış, çıkıyorlar. Ben binanın bahçe duvarına yaslanıyorum dışarıdan, yüzüm diğerlerine dönük. Babam koşturan askerlerin arasında, karşımda duruyor. O an bir komutan geliyor sol taraftan önüme doğru. Ben duvara yaslanmış besmele çekiyorum. İçeriden tutukladıkları adamı çıkarıyorlar. Komutanla göz göze geliyoruz, neden bilmiyorum. Sanki bana sinirleniyor. Silahını doğrultuyor, üst üste ateşliyor. Bir yarım nefes alıyorum, nefesimin sesini duyuyorum. Bir sızı hissediyorum ama hala emin değilim kurşunların bedenime isabet ettiğinden. Birden idrak ediyorum, bu adam silah kullanmayı biliyor bana doğrulttu, elbette bana isabet etmiştir kurşunlar diye. Hızlıca yere yığılıyorum daha fazla devam etmesini önlemek için. Belki bir şansım vardır kurtulmak için diye düşünüyorum. Bunların hepsi, düşüncelerin geçişi, yere yığılmam... beş altı saniyede oluyor. Bir nefes daha alıyorum orada, nefesimin sesini duyuyorum, mideme bir şey saplanıyor. Uyandım.

İnsan öldüğünü görmezmiş rüyalarında. Görürse ölürmüş zaten hakikaten. Görüp ölen kimseler bunu bize söyleyecek durumda olmadığı için bu teorinin gerçekliğini bilen yok sanıyorum. Saat 02:45, ben tekrar uyumaya çalışıyorum. Bir saati aştı, başaramadım. İçeriye gittim, kanepeye uzandım, yorganı üzerime çektim, sıcak su torbasını ayaklarımın ucuna yerleştirdim. Uyuyamadım. Sabaha karşı sızdığımı sanıyorum.

Saat 6 gibi tekrar uyandım. Bir müddet sonra ise dış kapı zili çalmaya başladı. Önemsemedim. Cumartesi sarhoşluğuyla yanlış yerlerde yanlış kişiler bulunabiliyor. Üstelik herkes maaşını yeni aldığından limitlerini fazlasıyla aşmışlardır. Önce yeni birkaç parça giyecek alıp ardından alın terinin akıbetini rakıya rokaya yatırmışlardır. Bunları düşünürken zil yine çaldı. Bu kez öyle uzun bastılar ki, Beethoven'ı düşünmeye başladım. Neden bizim zil seslerimiz böyle acaba? Yeniden çaldı. Bu arada kulak kabarttım, benden başkasının ziline basmıyorlar. Bu kez acaba beni tanıyan biri mi diye düşündüm. Telefonumu uçak moduna almıştım akşam yatmadan. Acaba dedim "Ben öldüm mü?" "Birileri beni merak mı etti?" Ama bunun için de en az bir iki gün geçmesi lazımdı. Uçak modunun üzerinden ancak 5-6 saat geçmişti. Belki Alper'dir dedim, Eskişehir'de üniversitedeyken böyle kapıya gelir çalardı içip içip. Ama biz mezun olalı çok oluyor. Alper İstanbul'da da bana yakın oturuyor ama, bu adetleri bu cesaretleri geçmiştir artık diye düşündüm.

Ya sabır çektim, Beethoven aşkına kalktım. Pencereyi açıp sokağa baktım. Bir kadın. Güzel giyimli, sarhoş gibi de değil. "Ne oluyor yahu?" dedim. Arapça bir şeyler konuştu kapıya doğru bakıp. Baktığı yerden bir adam dönüp pencereye yanaştı "Kusura bakmayın, pardon" dedi. Kapattım pencereyi. Onlar başka bir zilden devam etmeye başladılar. Ben uyumaya çalıştım.

Sabah olmadı. Ezan okundu, namaz kılmayı düşündüm. Kimi kandırıyorum diye geçti aklımdan. Dua okudum, çoklu evrenleri düşündüm, sicim teorisini. Sabah olmadı. Sabah neden bu kadar geç oluyor sanki. Biz çocuktuk, saat 7'de ışıl ışıldı ortalık.. Bir daha sızmışım, dikenlerin kurşunların üzerinde sanki uykum. Uyandım, saat 9'a geliyordu. Suda beklettiğim nohutları haşlamaya koyuldum. Çamaşır yıkadım bir yandan, bir yandan kahve koydum. Yaşadığımı önce kendime kanıtlamaya uğraşıyor gibiydim. Bir de gerçekten yaşadığımı anlamak için en azından haşlanan nohut ve yumuşatıcının birbirine karışan kokusuna ihtiyacım vardı sanırım. Sonrasını bilmiyorum.

 Gerhard Richter, Lesende (The Reader), 1994