17 Aralık 2019 Salı

Kek pişirin pırasa pişirin


Kendi doğuracağım kendi çocuğumun doğumuna yetişmek için hastaneye gitmeye hazırlanıyorum. Doğum o sırada hastanede gerçekleşmek üzere. Annem ve Azize ablam hastanedeler ve. Yetişemiyorum. Pek acele de etmiyorum gerçi ama, doğum gerçekleşiyor. Onlarla konuşuyorum, çocuğu getireceklerini söylüyorlar. Bir süre sonra bebek ile birlikte eve geliyorlar.

Ev, Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmindeki ev gibi. Aklımdaki birçok ev orası gibi aslında. Kendi geçmişimden dokulu, eşyası ve kokusuyla anılarımı yaşadığım tastamam bir ev olmadığından sanıyorum. Hem bize ait pek bir şey olmadığından benimseyemediğim, hem yeterince vakit geçirip eşyalarla hemhal olamadığım hem de iyi anlara eşlik etmedikleri için... Sonra birçok daire birçok genel geçer eşya... Hiç biri gerçek değil sanki. Geçmişimdeki genellikle çocukluğuma değen o parçalı evler ve daireler yalnızca rüyalarımda görünüp saldırgan bir tavır takınıyorlar. Pişen yemeklerin kokusunun koltukların desenine ve o güzel sehpalara dokunduğu bir bellek değil bu. Vintage dedikleri o eşyalar bu yaralara da derman oluyor mu acaba? Her ne ise.. Sonra, bir filmden bir ev buldu zihnim. Bu boşluğu orası ile dolduruyor. İşte bu da o apartman dairesi.

Küçük bir odanın küçük bir köşesindeler. Ben yanlarına geliyorum. Tam bebeğe bakmak üzereyken, annem ablama henüz kordonun ve kanın temizlenmediğini o yüzden bebeğin çirkin halini görmemem için biraz beklememi söylüyor. Duyup bekliyorum. Ablam aslında bebeğin iyi göründüğünü, temiz olduğunu söylüyor. Bebeği görüyorum. Birden yanımda beliriyor. Giyinik, tertemiz, üstelik yeni doğmuş gibi de değil. Yaş olarak da biraz büyük görünüyor. Adını soruyorum, ardından ismini benim vermem gerektiğini hatırlıyorum. “Siz ne düşünmüştünüz?” diyorum bunun üstüne hemen. Yeni yetme bir isim söylüyorlar öyle belli belirsiz. Beğenmiyorum, fakat bu isim üzerine çocuğun erkek olduğunu anlıyorum. Demek ki baktırmamışım cinsiyetine diye düşünüyorum. Sürpriz olması gerekirken sürpriz oldu mu diye kendi tepkimi ölçüyorum. Ellerine bakıyorum neden sonra. Mustafa olsun diye geçiyor adı içimden. Mustafa büyük dedemin de ismi, kuzenlerimden bazılarının da göbek adı. Yine de aklıma başka bir ad gelmiyor, öyle olmalı gibi geliyor sadece. İslami olarak da iyi olur diye düşünüyorum. Büyük dedem nasıl bir insandı. Anlattıkları gibi değildir kesin. Hiçbir erkek anlatılan gibi iyi yiğit ve mert olmuyor, büyük dedemin de vasat bir karakter olma olasılığını düşünüyorum. O sırada kendime bakıyorum. Bu çocuğu nasıl doğurduğumu düşünüyorum çünkü o ebat olarak büyük ve ben işte şimdiki benim. O sırada çocuk da konuşuyor sanki, büyük adam gibi öyle. Şımarmadığına, mızmızlanmadığına seviniyorum. Babasıyla ilgili hiçbir soru işareti yok bu arada aklımda. Baba ihtimali yok yani kimsede. Yalnızca her şey böylece ve böyle bulunmuş gibi işte.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Pablo?


Ruyam sarı renkteydi, genel olarak.Uçuşan parçacıklar gibi bir hal. 

Kendimi pek iyi hissetmiyorum. Öğlen sanki vurulmuş da düşmüşüm gibi öyle aniden. Uyudum. Oysa uyanalı birkaç saat olmuştu. Guernika filmini izliyordum 1950'de çekilmişti. Film zaten 20 dakikaydı. Güzeldi de, güzel demek olur mu bilmem. Acılı ve gerçekti. Sadece tabloyu gösteriyordu aslında parça parça. Bir kişi sesi vardı bir de. Çok etkileyiciydi. Bana İspanya'yı getirdi yine bir şekilde. Picasso'nun bir anını neyse. Ne getirdi ne götürdü bilmiyorum, birden bire olduğum yere seriliverdim. Rüyam başladı. Önce zıplayan, uçan fareler gördüm. Farenin bir türüymüş, tavana kadar çıkıyor. Rahmetli halamın evindeyiz annemle. Annemle hiç oraya gitmedik sanıyorum gerçekte. Ya da bir defa gitmiş olabiliriz. Çocukken Pazar günleri babam beni aldığında sık sık uğrardık. Aynı apartmanın bir alt katında da dayımlar otururdu. Dayımlara da çoğunlukla giderdim. Kalırdık bazen annemle, bazen annemsiz de kalırdım. Orada huzursuzdum. Evin de benim için pek çekici bir tarafı yoktu. Kuzenlerimin odasındaki renkli, karışık çizgili nevresim takımını severdim en çok. Fakat halamın evi, halamın ince, renkli ve zevkli kişiliğinden izler taşıyordu, huzurlu görünüyor ve genellikle güzel yemekler kokuyordu. Mutfağı kırmızı ağırlıklıydı mesela. Oturma odasında ise bir guguklu saat vardı. Büyülü gibiydi. O daireyi, holünü, odalarını, ayrıntılarını hep hatırlıyor zihnim. Beklenmedik anlarda aklıma geliyor.. İşte ruyamda da oradayız. Annem, ben ve zıplayan fare. Bir an sonra başka bir yerdeyiz bu sefer tavanın yüksekliği sonsuzluğa uzanıyor. Fakat bu modifiye olmuş fare burada da var ve yerdeyken henüz, aniden o erişilmez tavana zıplıyor, ayakları karikatür kurbağa ayakları gibi. Yapışıyor kavrıyor. Korkuyorum, bir çözüm bulmamız gerekiyor diyorum. Annem kapıyı kapatıp çıkmamızı söylüyor. Kapıyı kapatsak da biliyorum, hiç beklemediğimiz bir an, herhangi bir yerden geliverecek bu yaratık.. Bu rüyam öylece kesiliyor. Zap. Ve yenisi başlıyor. Bu yenisi görmediğim bir filme benziyordu. Almadovar'ın filmleri gibiydi. Kesmeler, kamera hareketleri vardı. Filmin Türkçe bir müziği de vardı. Hiç görmediğim güzel bir filmin bir bölümünü izledim uykumda. Sonunu daha net hatırlıyorum. Evli olduklarını tahmin ettiğim bir çift, bir limandalar. Bire bir aynı giyinmişler: Sanki 70'lerden kalmışlar. Pek özenliler. Önlerinden gemiler geçiyor, buharlar çıkıyor, gemiler yanaşıp ayrılıyorlar.. Sarı bir şapka takmışlar başlarına ince, keçe. Sarının hakim olduğu zevkli ve özenli kıyafetler giymişler. İkisi de makyajlı, dudaklarında kırmızı ruj var. Uzaktan bakınca ikisi de aynı kişi gibi aslında. Kadın cinsiyetindeler gibi. Suratları aslında Picasso'nun gençlik zamanını andırıyor. Yüzlerini birbirlerinden almışlar sanki. Ellerinde eski moda kahverengi birer bavul. Birbirlerine bakıyorlar. Gitme zamanı gelmiş. Neredeyse birbirleri ile hiç konuşmuyorlar. Ara sıra bakışıyorlar sadece. Vakur bir duruşları var. O an detaylar görünüyor. Daha yakından. Bir kadının boynundayız, kırmızı dudaklarından çirkince yüzünün altındaki pürüzsüz boynuna... Sonra adama geçiyoruz, dudaklarından sakallı boynuna. Gemiler yaklaşıyor, arkalarından bakıyoruz. Biri bir tarafa, diğeri diğer tarafa gidecek. İki Picasso. Yüzlerini birbirlerinden almışlar.

Bundan sonra yazıya sarı bir Picasso işi iliştireyim derken de şu Buste de Femme tablosunu gördüm. Yaşamda bazen her şey birbirini tamamlayacağı zamanı bekliyor sanki.





10 Ekim 2019 Perşembe

muhtemel depremin şiddetine göre araması muhtemel kişi sayısı artabilir ve onlara yine depremin şiddeti doğrultusunda, önce ayıp olmasın sonra merak etmesinler ve sonra ısrar etmesinler diye cevap vermem gerekir. bu sebeple muhtemel deprem olasılığı, hayatta kalacak olmam ihtimalinde, bende ciddi bir gerilime sebep oluyor.

28 Mayıs 2019 Salı



Taşınırken eski defterleri karıştırdım. Hiçbiri eski değil aslında. Hepsinde de parça parça yazdıklarım duruyor. Tastamam bir iki defter yerine küçüklü büyüklü onlarcasına az az yazmışım. Tam tersi olsaydı keşke. Birinin ince karton kapağında Charlie Chaplin'in kapı eşiğinde Jackie Coogan'ın çocuk haliyle oturduğu 'The Kid' filmindeki sahne görseli var. Bu defteri bana birisi hediye etmiş olmalı. Lisedeki Canan olduğunu düşünüyorum. Bundan birkaç yıl sonra, sadece ilk sayfasına yazmışım.  O yazdığım gün de Chaplin'in doğum günüymüş fakat bunun bilincinde değilmişim. (notlara bunu eklemişim) Bu minik detaylarda mucize etkisi aradığıma göre, üniversiteye yeni başladığım zamanlar olabilir bu, 18 - 19 yaşlarında.
Sayfa şöyle:

"Aldığın bir ölüm haberiyle, hayat detaylarını vakumlayıp aniden uzaklaştırıyor. Kulağında bir ses, uğultu kalıyor. Zihnine her şeyin, her anın ilk görüntüsü düşüyor. Bu birkaç saniyelik oyuk, o ilk anın görüntüsü hayatının geri kalanında peşinden gelecek. Burnundaki koku ise her şeyin aklına çarptığı şimdinin kokusu olarak kalacak, görüntüye zıt olarak. İkisi de gitmeyecek fakat.
Ani bir yüksek üzüntü. Her şey uzağa atılıyor şimdi. Ses ve görüntü halinde.

Yatıya misafirliğe gittiğin bir evde herkes uyurken ışığı yakmak, bu çok garip bir his. İkisi birbirine benziyor.

Çocukken, beton zemine dökülmüş suya çarptığım ayaklarımı hatırlıyorum ben de. İki küçük ayak.
"Tanrım, senin için kimiz biz?"

Geldiğinde buraya gelmiş oluyorsun, o büyük odalara girmek üzere, o büyük odalardan çıkıp.

Ağaç diktiler. Mezar değil. Ağaç.
"Anne, beni iyi biri yap."

Çocukluğumun hislerini uyandırmadıkça içimde; beni hiçbir şey heyecanlandırmıyor.

Ölümler yaşandı, ölümler yaşandı. Ölümün ne olduğunu anladım.

Hiçbir şeyi yaparken, onu bir daha yapamayacak olma ihtimalimizi düşünmüyoruz.
Bazen düşünmek istiyorum aslında. Ama yine unutuyorum.





25 Mart 2019 Pazartesi

zaman geçiyor, ben koltuk altıma bakıyorum. çocukluğumdan beri.

12 Şubat 2019 Salı

ne kadar rahat söyleniyor bazı şeyler. bazı zamanlarda söyleneceğini hayal bile edemeyeceğimiz şeyler...
ne kadar rahat söylendiğini duyduğumuz an şaşırmıyoruz bile, o rahatlıkla alıveriyoruz derimizin altına.
bir adam.. diyor. öyle yüzüstü uzanmıştı. sırtında hançer. belli ki bir başka aleme henüz ulaşmıştı. siyah kan yayılıyordu kazağından hücre hücre...
ben ömrümce söylememişim hiç kimseye. hiç bahsetmemişim masalda bile. hançer dememişim, kelime olarak bile. o an anladım.

3 Şubat 2019 Pazar

Pazar

Uzun zamandır böyle rüyalar görmüyordum aslında. Rüya demek pek masumane olur bunun için. Düpedüz kabus.
Yetişkinlik kabuslarımın hatrı sayılır bir kısmında silahla vuruluyorum. Bazen taranıyor, bazen iki kavganın ortasında kaza kurşununa denk geliyorum... Fakat bu sefer biraz daha ürkütücüydü her şey. İlk kez bilerek hedef alındım ve ilk kez böyle bir durumda kendimi dışarıdan görmedim. Yani rüyanın içinde kendim kendimdim, kamera gözlerimdi.

Bir çamurlu araziye bata çıka geldik otomobille. Aslında arazi de değil, indiğimde anladım ki; kenarında lojman gibi siteler bulunan bir düzlüktü. Oraya konuşmak için gelmişim sevdiğim adamla. Araçtan ineceğiz ve sonsuz sorunlardan bahsedeceğiz.. Araçtan iniyoruz, ayağım çamura batıyor. Hava akşam karanlığına dönmek üzere. Tam o anda, birkaç sokak ileriden bir otomobil hızla bize doğru dönüyor. Hemen sonra etrafına birkaç otomobil daha yanaşıyor. İçinden askerler iniyor. O an fark ediyorum ki zaten askerlerin bir kısmı hali hazırda kenara köşeye konuşlanmış. Herkes silahını bir taraflara doğrultuyor. Yanımdaki adam bana "koş!" diyor, eliyle sol taraftaki açıklığı gösteriyor: "Şu taraftan"

Biz koşmaya başlıyoruz, adam arkamda kalıyor. Birden bire ayakkabısından şikayetlendiğini duyuyorum. Babam gibi şikayet ediyor. Ona doğru dönüyorum, adam babama dönüşüyor o an. Biz koşarken, askerlerin ardımızdan geldiğini görüyoruz, önümüze geçiyor bazıları. Babam çamura batmış papucunu kurtarmış, bana sakin olmamı söylüyor. Bizimle ilgisi yokmuş onların. Koşmaya devam ediyoruz yine de. Bir ara ellerimi kaldıracak gibi oluyorum, teslim olur gibi. Sonra bakıyorum ki hızla geçmişler yanımdan. Önümüzde başka bir lojman var, hava iyice kararıyor artık, ortalıkta koyu gri bir sis bulutu.

Orada bulunan askerler binadan birini almış, çıkıyorlar. Ben binanın bahçe duvarına yaslanıyorum dışarıdan, yüzüm diğerlerine dönük. Babam koşturan askerlerin arasında, karşımda duruyor. O an bir komutan geliyor sol taraftan önüme doğru. Ben duvara yaslanmış besmele çekiyorum. İçeriden tutukladıkları adamı çıkarıyorlar. Komutanla göz göze geliyoruz, neden bilmiyorum. Sanki bana sinirleniyor. Silahını doğrultuyor, üst üste ateşliyor. Bir yarım nefes alıyorum, nefesimin sesini duyuyorum. Bir sızı hissediyorum ama hala emin değilim kurşunların bedenime isabet ettiğinden. Birden idrak ediyorum, bu adam silah kullanmayı biliyor bana doğrulttu, elbette bana isabet etmiştir kurşunlar diye. Hızlıca yere yığılıyorum daha fazla devam etmesini önlemek için. Belki bir şansım vardır kurtulmak için diye düşünüyorum. Bunların hepsi, düşüncelerin geçişi, yere yığılmam... beş altı saniyede oluyor. Bir nefes daha alıyorum orada, nefesimin sesini duyuyorum, mideme bir şey saplanıyor. Uyandım.

İnsan öldüğünü görmezmiş rüyalarında. Görürse ölürmüş zaten hakikaten. Görüp ölen kimseler bunu bize söyleyecek durumda olmadığı için bu teorinin gerçekliğini bilen yok sanıyorum. Saat 02:45, ben tekrar uyumaya çalışıyorum. Bir saati aştı, başaramadım. İçeriye gittim, kanepeye uzandım, yorganı üzerime çektim, sıcak su torbasını ayaklarımın ucuna yerleştirdim. Uyuyamadım. Sabaha karşı sızdığımı sanıyorum.

Saat 6 gibi tekrar uyandım. Bir müddet sonra ise dış kapı zili çalmaya başladı. Önemsemedim. Cumartesi sarhoşluğuyla yanlış yerlerde yanlış kişiler bulunabiliyor. Üstelik herkes maaşını yeni aldığından limitlerini fazlasıyla aşmışlardır. Önce yeni birkaç parça giyecek alıp ardından alın terinin akıbetini rakıya rokaya yatırmışlardır. Bunları düşünürken zil yine çaldı. Bu kez öyle uzun bastılar ki, Beethoven'ı düşünmeye başladım. Neden bizim zil seslerimiz böyle acaba? Yeniden çaldı. Bu arada kulak kabarttım, benden başkasının ziline basmıyorlar. Bu kez acaba beni tanıyan biri mi diye düşündüm. Telefonumu uçak moduna almıştım akşam yatmadan. Acaba dedim "Ben öldüm mü?" "Birileri beni merak mı etti?" Ama bunun için de en az bir iki gün geçmesi lazımdı. Uçak modunun üzerinden ancak 5-6 saat geçmişti. Belki Alper'dir dedim, Eskişehir'de üniversitedeyken böyle kapıya gelir çalardı içip içip. Ama biz mezun olalı çok oluyor. Alper İstanbul'da da bana yakın oturuyor ama, bu adetleri bu cesaretleri geçmiştir artık diye düşündüm.

Ya sabır çektim, Beethoven aşkına kalktım. Pencereyi açıp sokağa baktım. Bir kadın. Güzel giyimli, sarhoş gibi de değil. "Ne oluyor yahu?" dedim. Arapça bir şeyler konuştu kapıya doğru bakıp. Baktığı yerden bir adam dönüp pencereye yanaştı "Kusura bakmayın, pardon" dedi. Kapattım pencereyi. Onlar başka bir zilden devam etmeye başladılar. Ben uyumaya çalıştım.

Sabah olmadı. Ezan okundu, namaz kılmayı düşündüm. Kimi kandırıyorum diye geçti aklımdan. Dua okudum, çoklu evrenleri düşündüm, sicim teorisini. Sabah olmadı. Sabah neden bu kadar geç oluyor sanki. Biz çocuktuk, saat 7'de ışıl ışıldı ortalık.. Bir daha sızmışım, dikenlerin kurşunların üzerinde sanki uykum. Uyandım, saat 9'a geliyordu. Suda beklettiğim nohutları haşlamaya koyuldum. Çamaşır yıkadım bir yandan, bir yandan kahve koydum. Yaşadığımı önce kendime kanıtlamaya uğraşıyor gibiydim. Bir de gerçekten yaşadığımı anlamak için en azından haşlanan nohut ve yumuşatıcının birbirine karışan kokusuna ihtiyacım vardı sanırım. Sonrasını bilmiyorum.

 Gerhard Richter, Lesende (The Reader), 1994