18 Mayıs 2020 Pazartesi

Yeni Normal

Öylesine bir düzen içindeyim ki, bazen kendim bile şaşkınlıkla olan biteni izliyorum. İzlerken dışımdan tüm ahengi sağlamayı sürdürüyorum fakat. Her şeyin hem bir sırası, hem de bir usulü var. On Body and Soul filmindeki kadın karakter gibi hissediyorum kendimi bazen. Neyi nerede ne şekilde çıkardığım, yemeği nasıl hazırladığım ve masa düzenini nasıl kurduğum; neyi nasıl kaldırdığım bile belli. Kaldırırken mesela o geçen zaman boşa gitmesin diye işler uyduruyorum. Banyoya giderken kurumuş bir havluyu alarak gidiyorum, yerine yerleştiriyorum, dönerken oradan alıp getirecek bir şey buluyorum muhakkak. Bir şeylerin bitimine başka bir şeylerin başlangıcını yerleştiriyorum. Düzenin beni rahatlattığını hissediyorum. Hayatta bazen panik olmamak için de işleri seyrine koymak ve bir süre o seyirde götürmek gerekiyor sanırım. Bu seyrin büyük ya da küçüklüğü mühim değil. Kişi bunu en yapabildiği şekliyle yapıyor sadece. Oyalanmak faydalı bir aktiviteye dönüşüyor böylelikle. Kayıp Zamanın İzinde'ye başlamıştım, ilk iki kitabı okudum. Her gün 7-7 bucuk bandında uyanıp en geç 09:00'da okumaya başladım. Bazen kendime sayfa, bazen zaman sınırlaması koydum. Zaman sınırlaması koyduğumda daha az okuduğumu fark ettim. Çünkü zihnim çabuk dağılıyor veyahut o esnada dinlediğim radyodaki klasik müzik programlarındaki açıklamalara gidiyordu ve birçok sayfayı yeniden okumak durumunda kalıyordum. Sayfa sınırlaması koyunca, zaman geçişinin bir sonraki yapacağım işten çalacağı endişesi ile daha fazla konsantre olarak okuduğum için pek fazla geri dönmek durumunda kalmadım. Hiçbir cümleyi sindirmeden geçmedim fakat. Ondan sonra çay demleyip sabah erkenden kahve ile yaptığım minik, kimi zaman meyve-kuru meyve yahut yoğurt kahvaltısının izlerini silecek kallavi bir kahvaltı eşliğinde önce dünya sonra ülkeden koronavirüs haberlerini izliyor, akabinde her şeyi yine bir ritüele uydurup toparlıyor, sonrasında tekrar iç odaya geçip bir film izlemeye koyuluyordum. Filmin ardından akşam yapmayı planladığım yemek büyük ise onun hazırlıklarına başlıyor, değil ise Dünya Sanatı, Türk Mutfağı yahut Minyatür kitaplarının resimli güzel sayfalarını karıştırıyor, dil çalışıyor, internette oyalanıyor yahut bir iki kısa film izliyordum. Akşamlarım salgının ilk ve yoğun zamanları olması sebebiyle yemekten sonra kendi adıma pek işlevsiz geçiyordu. Çünkü ana haberleri, açıklanan vaka sayılarını izledikten sonra garip bir çöküntü yaşıyor, ardından uzmanların açıklamalarını dinleyip biraz sakinleşiyordum, olabildiği kadarını anlayabilmenin verdiği bir sakinlik... Bunların sonucunda saat 9-10 oluyor enerjim de gündüze kıyasla çok daha aşağıda seyrediyordu. Burada artık internet oyalanması, arkadaş grubu sohbetleri yahut yemek tarifi videoları beni uykuya götürüyordu. Ender bir günde isem zihnimi yormayan bir film izleyebiliyordum. Bu gecelerin uykusu fazlasıyla rahatsız ediyordu fakat. Hem ekranlara baktığım hem de ruhsal olarak yorulduğum, hırpalandığım için. Bir gün sabah 9'da kitap okumadım. O akşam günün nasıl geçtiğini bile hatırlayamaz durumda olduğumu gördüm. Sanki hiçbir şey yapmamıştım, belki de gerçekten yapmamıştım ama akşam olmuştu. Şimdi bugün, tam iki aydır evdeyim. Salgın insanların aşina olduğu bir durum halini aldı ve ben bu obsesif rutini biraz hafiflettim.  Proust'a devam etmiyorum (edeceğimi biliyorum) belli saatlerde yapılacak belli rutinlerim yok, eh yani eskisi kadar yok diyelim. Zamanı biraz daha sindiriyor, bazen yalnızca müzik dinliyor, bazen yemek hazırlarken sadece malzemelerin çıkardığı sese odaklanıyorum.  Kendi yerlerine geçen türlü türlü kuşlara da daha fazla kulak kabartıyorum. Kendimi sessiz bırakabilmeye yeni başladım. Akşam ne yiyeceğimi düşünmemeye de. Geçen gün öğlen kahvaltısından sonra normalde hemen toparladığım ve temizlediğim önümdeki o kirli tabaklarla haberleri izlemeye devam ettim. Çay demlememiştim, sallanan çay poşetini de kirli tabağın içine attım, bir sigara yaktım ve sigara izmaritini de tabağa söndürdüm. Bunları bilerek yaptım, asla yapmadığım için. Önümdeki lacivert çukur tabakta zeytin çekirdekleri, domates suları, zeytinyağı tortusu, üzerine poşet çayın sızdırıp kendine açtığı yapay göl ve üzerinde sigara külleri ve zirvede izmarit. Bir süre böyle kaldım. Önce yaşadığım rahatsızlık, yerini rahatlamaya bıraktı. Ritüeli ve hoşlanmadığımı deldim, bunu delen ben olduğum için, herhangi birinden gördüğüm bu "sevimsiz" hal karşısında daha toleranslı davranacağımı anladım. O günden sonra artık kendimi eskisi kadar rahatsız etmiyorum. Sessizlikte durup tavana bakıyorum ara sıra. Günün zamanlarına göre oturma odasında adım adım geziniyor gün ışığı, onları öğreniyorum. Dışarıya çıktığım zamanlar evdeki "verimli" hallerimden çalmıyor, neredeysem orada oluyorum. Durmanın kıymetini bir daha anlamayacağımı düşünürüm ara sıra. İnsanın başına sadece 5 yaşındayken, rüzgarın ve suyun sesiyle gelen bir lütufmuş gibi gelir o "durmanın ahengi" Fakat öyle değil. Bunu zaman zaman yaşamıştım. Şimdi şu halde bir kez daha hatırlıyorum. Evi sindiriyorum, o bana alışıyor. Eşyada izimiz kalıyor. Seviniyorum. Bir daha çöpleri aynı tabağa toplamayacağım tabii, ama belki de bazen toplarım eğer ihtiyacım olursa, kim bilir...
Bugün sabah çok erkenden denizin kenarına gittim. Haliç'ten Balat'a baktım. Uzunca oturdum orada. Suyun ritmine, bulutların hızına alıştım biraz, biraz daha...
Ruyalarımı hiç anımsayamıyorum yine de hâlâ...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder